Hz. Dâvûd hakkında bilgi verir misiniz?
Kur’an-ı Kerim’de 11 yerde adı zikredilen Hz. Dâvûd; Hz. Yakub’un oğlu Yehuda’nın soyundandır. Kayınpederi Talut’un ölümünden sonra İsrailoğullarına hükümdar olmuştur. Bu durum Kur’an-ı Kerim’de şu şekilde belirtilmiştir: “Derken, Allah’ın izniyle onları bozguna uğrattılar. Dâvûd, Câlût’u öldürdü. Allah ona (Dâvûd’a) hükümdarlık ve hikmet verdi ve ona dilediğini öğretti. Eğer Allah’ın; insanların bir kısmıyla diğerlerini savması olmasaydı, yeryüzü bozulurdu. Ancak Allah, bütün âlemlere karşı lütuf sahibidir.” (Bakara, 2/251)
Hz. Dâvûd’un yaşadığı dönemde Filistinliler İsrailoğulları için güçlü bir düşmandı. Başlarında Câlût (Golyat) isimli çok iri ve güçlü bir savaşçı kumandanları vardı. İsrâiloğulları ordusu düşmana yaklaşınca korku ve gevşeme alâmetleri ortaya çıktı.
Tâlût’un ordusunda üç oğlu bulunan bir baba (Yesse), onlardan doğru bir haber getirsin diye çobanlık yapan, küçük oğlu Dâvûd’u gözcü olarak göndermişti. Dâvûd orduya yetiştiğinde Golyat (Câlût) meydana çıkmış, teke tek savaşmak üzere karşı taraftan bir savaşçı istemişti. Tâlût onun karşısına çıkmak istiyor, bunun ölüm demek olduğunu bilen komutanları onu engellemeye çalışıyorlardı.
Hz. Dâvûd çevresindekilere Golyat’ı öldürenin ödülünü sordu. “Onu öldürene kral büyük servet verecek, onu kızıyla evlendirecek ve hanedanını imtiyazlı kılacak” dediler. Hz. Dâvûd buraya savaşmak için gelmemişti, daha önce kendisini bir savaşta denemiş de değildi. Sürüden koyun kapan bir aslanla ayıyı öldürdüğünü hatırlatarak Tâlût’tan, Golyat’a karşı savaşmak üzere izin istedi. Kumandan kendini uyardıysa da aldırmadı, talebinde ısrar etti.
Tâlût ona zırh giydirdi ve izin verdi. Golyat’a doğru ilerlerken zırh ağır geldiği ve hareketini sınırladığı için onu da çıkarıp attı. Yanında yalnızca vadiden seçtiği taşlarla sapanı vardı. Golyat’la birkaç cümle konuştuktan sonra sapanına uygun bir taş koydu ve onunla düşmanını başından vurdu, yere düşünce de kılıcını elinden aldı ve boynunu kesti. Bundan sonra Filistinlilerin mağlûbiyeti kolaylaştı, zafer İsrâiloğulları’nın oldu.
Bu ilk ve en önemli çarpışmada Hz. Dâvûd zırhın kendisinin hareketlerini kısıtladığını görmüş ve zırhı sırtından yere atmıştı. Sonra Allah ona yüksek kaliteli olan ve insanın hareketlerini engellemeyen zırh yapmayı öğretmişti. “Bir de Dâvûd’a, sizin için, zırh yapma sanatını öğrettik ki, savaşlarınızda sizi korusun. Şimdi siz şükrediyor musunuz?” (Enbiyâ, 21/80)
Tâlût sözünde durdu, kendisini askerin başına geçirdi ve kızıyla da evlendirdi. Habrun (bugünkü el-Halîl) şehrinde yaşayan halkın bir kısmı onu diğer kısmı da Tâlût’un bir oğlunu hükümdar olarak kabul ettiler. İki grup iki yıl kadar aralarında savaştılar. Sonunda Tâlût’un oğlu öldü ve bütün İsrâiloğulları’nın ileri gelenleri Dâvûd’un etrafında birleştiler. Başka Peygamberleri kendi kavminden bazı insanların inkâr ettiği gibi Hz. Dâvûd’u da kendi kavminden bazı insanlar inkar etmişlerdi. Allah onların durumunu şöyle açıklamıştır: “İsrailoğullarından inkar edenler, Dâvûd ve Meryemoğlu Îsâ diliyle lanetlendi. Bu, onların isyan etmeleri ve hadlerini aşıyor olmalarından ötürüydü.” (Mâide, 5/78)
Dâvûd ülkeyi güzel idare ettiği gibi yaptığı savaşlar sonunda sınırlarını Fırat’tan Akabe körfezine kadar genişletti.
Hz. Dâvûd’un çok hoş bir sesi vardı. Allah Teâlâ kulu Dâvûd’a, dilediği birçok önemli ve faydalı şeyi öğretmişti, krallık nasip etti ve sonunda kendisine Zebur’u (Mezâmir) göndererek Peygamberlik de lutfeyledi (Hz. Dâvûd hakkında ayrıca bkz. Sâd, 38/17 vd. ). “Andolsun! Biz Dâvûd’a ve Süleyman’a ilim verdik. Onlar, ‘Hamd, bizi mü’min kullarının birçoğundan üstün kılan Allah’a mahsustur’ dediler.” (Neml, 27/15) (Kur’an Yolu Türkçe Meal ve Tefsir, I, 390; IV, 574)
Hz. Îsâ hakkında bilgi verir misiniz?
Hz. Îsâ Kur’an-ı Kerim’de 34 yerde Îsâ, 9 yerde de Mesih olarak zikredilmiştir. Âl-i İmran suresinin 45. den 62. ayetine kadar olan bölümde Hz. İsâ’nın dünyaya gelişi, özellikleri, görevi, kendisine tuzak kurulması ve yüce Allah’ın katına yükseltileceğinin bildirilmesi hakkında bilgi verilmekte, Rasûlüllah’tan bu hakikatleri inkâr edenleri karşılıklı lânetleşmeye çağırması istenmektedir. Bu konularda Kur’an-ı Kerîm’in başka sûrelerinde de açıklamalar bulunmaktadır.
Hz. Îsâ Hıristiyanlık’ta ve İslâm’da hem Îsâ hem de Mesîh olarak adlandırılmaktadır. Fakat Kur’an’ın ifadesiyle; “Meryem oğlu Îsâ Mesîh ancak Allah’ın elçisidir, Allah’ın Meryem’e ulaştırdığı kelimesidir ve O’ndan bir ruhtur.” (Nisâ, 4/171) Hıristiyanlık’ta ise o, Tanrının oğlu dolayısıyla Tanrı kabul edilmektedir.
Kur’an-ı Kerîm Hz. Îsâ’nın doğum yeri ve doğum tarihi hakkında bilgi vermemektedir.
İnciller’de onun Beytlehem’de dünyaya geldiği kaydedilmekle birlikte Nâsıralı olarak takdim edilmektedir (krş. Matta, 2/1, 13/54-57; Markos, 6/1-4; Luka, 2/4-11, 4/16, 24; Yuhanna, 1/45).
Hz. Îsâ’nın doğum tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Bazı tarihî bilgiler ışığında yapılan araştırmalar onun doğum tarihinin milâttan önce 5 yılının sonu veya 4 yılının başı olduğunu göstermektedir. Hz. Îsâ’nın doğduğu ay ve gün hakkında da kesin bir bilgi bulunmamaktadır.
Kur’an-ı Kerîm’de Hz. Îsâ’nın İmrân ailesine mensup olduğu ve bu ailenin Allah tarafından seçilip üstün kılındığı belirtilmekte; Îsâ’nın annesi Meryem’in babasından İmrân ismiyle söz edilmektedir (Âl-i İmrân, 3/33-35).
Âl-i İmrân suresi 35-44. âyetlerde açıklandığı üzere, Kur’an’a göre İsrâiloğulları’ndan İmrân’ın karısı hamile kalır ve doğacak çocuğunu Allah’a (mâbet) adar. Umduğunun aksine bir kız doğurur, “Ben onun adını Meryem koydum ve işte ben onu ve soyunu kovulmuş şeytana karşı sana ısmarlıyorum.” diyerek mâbede emanet eder. Hz. Zekeriyyâ Meryem’in bakımını üstlenir ve Meryem, mâbedin doğu tarafında bir odaya (mihrap) yerleştirilir. Hz. Meryem orada Allah tarafından rızıklandırılır; iffetli, her çeşit kötülükten uzak olarak büyür, herkesin imrendiği erdemli bir şahsiyete ulaşır.
Cebrâil, Meryem’e insan şeklinde görünür. Meryem irkilir ve ondan Allah’a sığınır. Cebrâil Allah tarafından görevlendirilmiş elçi olduğunu bildirerek Meryem’e bir erkek çocuk doğuracağı müjdesini verir. Meryem, iffetli bir insan olduğu ve kendisine erkek eli değmediği halde nasıl çocuğunun olacağını sorunca da Cebrâil, bunun Allah için kolay olduğunu söyler. Daha sonra Allah ruhundan üfler ve Meryem hâmile kalır (ayrıca bkz. Enbiyâ 21/91; Tahrîm 66/12).
Kur’an-ı Kerîm’de Hz. Îsâ’nın hayatının tebliğ faaliyetine kadar geçen dönemiyle ilgili olarak sadece şu ifade yer alır: “Meryem oğlu ile annesini de bir âyet yaptık; ikisini de kalmaya elverişli, kaynak suyu bulunan yüksekçe bir yere yerleştirdik.” (Mü’minûn 23/50) Daha sonraki dönemi hakkında verdiği bilgiler de İnciller’deki kadar ayrıntılı değildir. Kur’an’a göre Hz. Îsâ, semadan sofra indirmenin (Mâide 5/111; Saf 61/14) dışında, çamurdan kuş yapıp ona üfleme ve onun da kuş oluvermesi, ölüyü diriltme, körü ve cüzzam hastalığına tutulmuş kişiyi iyi etme, evlerde yenilen ve biriktirilen şeyleri haber verme gibi çeşitli mûcizelerle desteklenmiştir (Âl-i İmrân 3/49; Mâide 5/110). Peygamberliğini ortaya koyan açık delillere rağmen Hz. Îsâ’ya inanmayanlar onu öldürmek üzere tuzak kurar, plan yaparlar, fakat Allah onların planlarını bozar (Âl-i İmrân, 3/54) ve Hz. Îsâ’yı kendi nezdine yükseltir (Nisâ 4/158).
Kur’an-ı Kerîm’e göre Hz. Îsâ İsrâiloğulları’na gönderilmiş bir Peygamberdir ve kendisine İncil verilmiştir (Âl-i İmrân 3/49; Nisâ 4/171; Zuhruf 43/59; Hadîd 57/27; Saf 61/6).
Adı Îsâ, sıfatı Meryem oğlu, lakabı Mesîh olarak geçen (Âl-i İmrân 3/45) Hz. Îsâ ile ilgili olarak Kur’an’da kullanılan belli başlı ifadeler şunlardır: Îsâ Allah’tan bir kelimedir (Âl-i İmrân 3/45; Nisâ 4/171) ve bir ruhtur (Nisâ 4/171); Rûhulkudüs ile desteklenmiştir (Bakara 2/87, 253; Mâide 5/110); annesiyle birlikte Allah tarafından bir âyet kılınmıştır (Mü’minûn, 23/50); Allah ona kitabı, hikmeti, Tevrat ve İncil’i öğretmiştir (Mâide 5/110; Âl-i İmrân 3/48); annesine karşı hürmetkârdır (Meryem 19/32); sâlihlerdendir, şânı yücedir, Allah’a yakın olanlardandır (Âl-i İmrân 3/45-46); Allah ona kitap vermiş, onu Peygamber yapmış, mübarek kılmıştır (Mâide 5/75; Meryem 19/30-31); bir insandır, bir kuldur (Nisâ 4/172; Mâide 5/75; Meryem 19/30; Zuhruf 43/59); beşikte iken konuşan Peygamberdir (Âl-i İmrân 3/46; Mâide 5/110; Meryem 19/29-33); Tevrat’ı tasdik etmiş, bazı hususlarda onu neshetmiştir (Âl-i İmrân 3/50-51; Mâide 5/46; Zuhruf 43/63); kavmine namazı ve zekâtı emretmiştir (Meryem 19/31); ayrıca “Ey İsrâiloğulları! Bilin ki benden önceki Tevrat’ı doğrulamak ve benden sonra gelecek Ahmed isimli elçiyi müjdelemek üzere size Allah tarafından gönderilmiş elçiyim.” (Saf, 61/6) diyerek Hz. Muhammed (s.a.s.)’in geleceğini müjdelemiştir.
Kur’an’da Hz. Îsâ’nın babasız dünyaya gelişi ilâhî kudretin bir tecellisi olarak nitelenmekte ve Âl-i İmran Suresinin 59. âyetinde onun yaratılışıyla Hz. Âdem’in yaratılışı arasındaki benzerliğe işaret edilmektedir. Ayrıca Kur’an’da Hz. Îsâ’nın kendisini aslâ ilâh olarak takdim etmediği açık biçimde belirtilmektedir (Mâide, 5/116-117). Hz. Îsâ’nın Hıristiyanlık’taki “teslîs” inancının bir öğesi haline getirilmesi ve Kur’an’ın bu anlayışı mahkûm etmesi hakkında bkz. Nisâ 4/171; Mâide 5/72-76. Öte yandan Kur’an Hz. Îsâ’nın öldürülmediğini, çarmıha da gerilmediğini; Allah katına yükseltildiğini bildirmektedir (bu konuda bilgi için bkz. Nisâ 4/155-161). (Kur’an Yolu Türkçe Meal ve Tefsir, I, 566)
Hz. Mûsâ hakkında bilgi verir misiniz?
Kur’an-ı Kerim’de adından 196 yerde bahsedilen Hz. Mûsâ; gerek Kitâb-ı Mukaddes’te gerekse Kur’an-ı Kerîm’de kendisine en geniş yer ayrılmış bulunan Peygamberdir. Tevrat’ın beş kitabından dördü (Çıkış, Levililer, Sayılar, Tesniye) onu ve başından geçenleri anlatır. Tevrat’a göre Hz. Mûsâ, Ya’kub’un oğullarından Levi’nin soyundandır. Babası; Levi’nin oğlu Kohat’ın oğlu Amran (İmrân), annesi ise Kohat’ın kız kardeşi Yokebed’dir (Çıkış, 6/18-20).
Kur’an-ı Kerîm’de yer alan ve ana hatlarıyla Kitâb-ı Mukaddes’in verdikleriyle uyuşan bilgilere göre Hz. Mûsâ’nın doğduğu yıl Mısır Firavunu, yüzyıllardır bu ülkede yaşayan ve sosyoekonomik durumları gittikçe kötüleşen İsrâiloğulları arasından çıkacak birinin kendi saltanatını elinden alacağına işaret eden bir rüya görmüş; bunun üzerine onların erkek çocukları hakkında ölüm fermanı çıkarmıştı. Sıkı bir şekilde uygulanan bu katliamdan Mûsâ’yı kurtarmak isteyen annesi, Allah’ın emri uyarınca onu (üç aylıkken), harç ve ziftle sıvadığı bir sepete koyarak; (Çıkış, 2/2-3) Nil nehrine bırakmış, ablasına da gelişmeleri uzaktan takip etmesini söylemişti. Nihayet Firavun’un ailesi bebeği bularak Firavun’un eşi Âsiye’ye getirirler. Çocuğun hayatına kıyılmaması ve kendisinde kalması hususunda kocasını da razı eden Âsiye, onun için bir süt annesi arar; fakat çocuk hiçbir kadının memesini emmez. Durumu öğrenen ablası onlara annesini tavsiye eder (Tevrat’a göre Mûsâ’yı nehirde bulan ve onu emzirmesi için annesine veren, Firavun’un kızıdır; bkz. Çıkış, 2/5). Böylece evinde annesi tarafından emzirilen Mûsâ tekrar Firavun ailesine teslim edilir; okuma yazma da dahil olmak üzere çok iyi bir eğitim görür. Olgunluk çağına ulaşınca Allah tarafından kendisine “hüküm ve ilim” verilir (geniş bilgi için bkz. Kasas 28/7 vd. ; krş. Çıkış, 2/2-10).
İsrâiloğulları’ından birinin Mısırlı biriyle dövüştüğünü gören Mûsâ, İsrailli’nin yardım istemesi üzerine Mısırlı’ya bir yumruk vurup ölümüne sebep oldu. Beklemediği bu durum karşısında Allah’tan af diledi; Allah da onu bağışladı (Kasas, 28/15-16). Ertesi gün olayın duyulması üzerine yetkililer Mûsâ’nın öldürülmesine karar verdiler. Durumu öğrenen Mûsâ Medyen’e kaçtı. Burada tanıştığı bir kızla evlendi ve sekiz (veya on) yıl boyunca kayınpederinin koyun sürüsünü güttü. Daha sonra Mısır’a dönmek üzere ailesiyle birlikte yola çıktı. Yolda, Tûr dağının yanında gördüğü bir ateşe yaklaştığında yakındaki bir ağaçtan “Ey Mûsâ! Muhakkak âlemlerin rabbi olan Allah benim!” şeklinde bir ses geldi ve bu sözle başlayan ilk vahye muhatap oldu (bu ve daha başka vesilelerle Allah kendisine aracısız hitap ettiği için Hz. Mûsâ “kelîmullah” diye anılır).
Bu arada Allah tarafından kendisine, asâsının yılana dönüşebilmesi ve elinin kar gibi beyazlaşması şeklinde iki mûcize verildi ve Firavun’a gidip kavmini onun zulmünden kurtarmakla görevlendirildi; isteği üzerine kendisinden daha güzel konuşan büyük kardeşi Hz. Hârûn’u da yanına alması uygun görüldü. Hz. Mûsâ, ailesini Medyen’e geri göndererek Mısır’a gitti ve Hz. Hârûn’u da yanına alıp Firavun’un huzuruna çıktı. Ona Allah’ın elçisi olduğunu bildirdi ve İsrâiloğulları’nın kendisiyle birlikte Mısır’dan ayrılmalarına izin vermesini istedi. Ancak, mûcizeler göstermesine rağmen Firavun’u ikna edemedi; bu arada Firavun ve Mısır halkının başına gelen şiddetli felâketler de Firavun’un ikna olmasına yetmedi. Firavun, her felâket gelmesinde Hz. Mûsâ’ya, eğer Allah’a dua edip kendilerini musibetten kurtarırsa isteğini yerine getireceğine dair söz veriyor, fakat sıkıntı geçince sözünden dönüyordu (ayrıntılı bilgi için bkz. A’râf 7/103-138). Nihayet Allah’ın buyruğu uyarınca Hz. Mûsâ, bir gece İsrâiloğulları’nı yanına alarak, Sînâ’ya geçmek üzere gizlice Kızıldeniz’e doğru yola çıktı; sabahleyin durumu öğrenen Firavun da kuvvet toplayarak peşlerine düştü. Bir mûcize sonucu denizin yol vermesiyle Hz. Mûsâ ve kavmi karşıya geçerken, aynı yoldan geçmeye kalkışan Firavun ve beraberindekiler boğulup gittiler.
Kavmiyle birlikte Sînâ’ya ulaşan Hz. Mûsâ, onların başına Hz. Hârûn’u bırakarak ilâhî vahyi almak üzere Tûr dağına gitti ve kırk gece orada kaldı. Bu arada kavmi, Hârûn’un ikazlarına rağmen, Sâmirî isimli bir kuyumcunun yaptığı altın buzağı heykeline tapmaya başladı. Döndüğünde durumu öğrenince son derece üzülen ve öfkelenen Mûsâ, kavminden seçtiği yetmiş kişiyle birlikte, işledikleri günahlardan dolayı tövbe etmek üzere tekrar Tûrisînâ’ya gitti.
Hz. Mûsâ İsrâiloğulları’nı, Allah’ın kendileri için takdir ettiği kutsal topraklara götürmek istedi. Fakat kavmi onun bu isteğini reddettiği için arz-ı mev’ûd kendilerine kırk yıl haram kılındı ve bu süre içinde, Hz. Mûsâ da yanlarında olmak üzere, çölde dolaşıp durdular (Mâide 5/21-26). Tevrat’taki bilgilere göre kırk yıllık çöl hayatının sonuna doğru Hz. Hârûn 123 yaşında Hor dağında öldü; daha sonra arz-ı mev’ûda yaklaştıklarında da Hz. Mûsâ 120 yaşında vefat etti; Moab diyarında Beyt-peor karşısındaki dereye defnedildi (Kur’an Yolu Türkçe Meal ve Tefsir, c. 1, s. 123; Tesniye, 32/50; 34/6-7).
Hz. İbrahim hakkında bilgi verir misiniz?
Hz. İbrâhim Mezopotamya’da, Keldânîler’in Ur şehrinde doğmuş; eşi Saray (Sâra), babası Âzer ve diğer akrabalarıyla birlikte buradan Harran’a gitmiş; babası burada ölmüş, kendisi de eşi Sâre ve kardeşinin oğlu Lût ile birlikte Filistin’deki Ken’an diyarına göçmüştür.
Ülkede baş gösteren kıtlık yüzünden eşiyle birlikte Mısır’a gitmiş, orada Hâcer kendisine câriye olarak verilmiş, daha sonra tekrar Ken’an diyarına dönmüştür.
Hacer’den Hz. İsmail, Sâra’dan da Hz. İshak doğmuştur. Ketura isimli eşinden başka çocukları da olmuştur.
Hz. İshak dünyaya geldikten sonra annesi Sâra, Hâcer’i ve oğlu Hz. İsmâil’i istemez; bunun üzerine Hz. İbrâhim Allah’ın emrine uyarak Hâcer’le İsmâil’i Mekke’nin bulunduğu bölgeye getirir. Kur’an’da bu husus Hz. İbrâhim’in ağzından, “Ey Rabbimiz! Ben çocuklarımdan bir kısmını, senin kutsal evinin (Kâbe) yanında tarıma elverişli olmayan bir vadiye yerleştirdim. Bunu yaptım ki Rabbim, namazı kılsınlar! İnsanların gönüllerini onlara meylettir ve çeşitli ürünlerden onlara rızık ver ki şükretsinler! “Rabbimiz, neslimden bir kısmını senin Beytülharâm’ının yanında, ekinsiz (kuru) bir vadiye yerleştirdim.” (İbrâhim, 14/37) şeklinde ifade edilir.
Kur’an-ı Kerim’de Hz. İbrahim ile ilgili 98 ayet bulunmaktadır. Hz. İbrahim’in Peygamber olduğu ve kendisine suhuf verildiği Kur’an-ı Kerim’de açıkça beyan edilmiştir. “Andolsun, biz Nûh’u ve İbrahim’i Peygamber olarak gönderdik. Peygamberliği ve kitabı onların soylarına da verdik. Onlardan kimi doğru yola ermiştir, ama içlerinden birçoğu da fasık kimselerdir.” (Hadid, 57/26)
Allah Hz. İbrahim’i insanlık için bir önder yapmıştır. Bugün bile üç büyük ilahî dinin mensupları Hz. İbrahim’de birleşmekte, her biri onu önder kabul etmektedirler. “Ben seni insanlara önder yapacağım.” İbrahim de, “Soyumdan da (önderler yap, ya Rabbi!)” demişti. Bunun üzerine Rabbi, “Benim ahdim (verdiğim söz) zalimleri kapsamaz” demişti.” (Bakara, 2/124)
Yeryüzünün ilk ibadet evi olan Ka’be Hz. İbrahim tarafından yeniden inşa edilmiştir. “Hani İbrahim, İsmail ile birlikte evin (Kâbe’nin) temellerini yükseltiyor, “Ey Rabbimiz! Bizden kabul buyur! Şüphesiz sen hakkıyla işitensin, hakkıyla bilensin” diyorlardı.” (Bakara, 2/127)
Hz. İbrahim ve nesli üstün kılınmış bir nesildir. “Şüphesiz, Allah, Adem’i, Nûh’u, İbrahim ailesini (soyunu) ve İmran ailesini (soyunu) birbirinden gelmiş birer nesil olarak seçip âlemlere üstün kıldı. Allah her şeyi hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.” (Âl-i İmrân, 3/33-34)
Kur’an-ı Kerîm’de Hz. İbrâhim’in vefatıyla ilgili bilgi yoktur. Kısas-ı enbiyâ kitaplarında onun 195 veya 200 yaşında öldüğü, Ken’an’da eşi Sâra’nın yanına defnedildiği ifade edilir. (Kur’an Yolu Türkçe Meal ve Tefsir, III, 322)
Hz. Nûh hakkında bilgi verir misiniz?
Hz. Nûh Hz. Âdem’in oğlu Şît’in (Şîs) neslinden Lamek’in oğlu olup, adı Kur’an’da kırk üç yerde geçen büyük bir Peygamberdir. Ayrıca yüce Allah tarafından kendilerinden sağlam söz alınan beş büyük Peygamberden biri ve bunların ilkidir (Ahzâb, 33/7; Ahkaf, 46/35). 950 yıl yaşamış ve kavmini Allah’ın dinine davet etmiştir (Ankebût 29/14).
Kur’an’da Nûh’tan önceki bazı Peygamberler de anılmakla birlikte onların inkârcılarla mücadelesi hakkında detaylı bilgi verilmemiştir. Nûh’un soyu, hayatı, Peygamberliği, inkârcı toplumuna karşı sergilediği mücadele ve Nûh tufanı hakkında Hûd sûresinde genişçe bilgi verilmiştir (bkz. 11/25-49; ayrıca krş. A’râf 7/59-64).
Hz. İdris’ten sonra âdemoğulları doğru yoldan ayrıldılar ve putlara tapmaya başladılar. Cenab-ı Hak onlara Nûh Peygamberi gönderdi. Hz. Nûh uzun yıllar kavmini Allah’ın birliğine davet etti. Oğulları Sâm, Hâm ve Yâfes ile eşleri ve çok az kimse iman etti. Geri kalan büyük çoğunluk inanmadı. Hatta kendisinin Yâm adındaki oğlu bile Hz. Nûh’a inanmadı. Hz. Nûh kavmine nasihat ettikçe, onlar da ona ezâ, cefâ, tahkir ve alay ile karşılık verdiler.
Allah Nûh’a gemi yapmasını emretti. Hz. Nûh gemiye bindi ve her türlü hayvandan birer çift aldı. Oğlu Yâm’ı da gemiye davet etti. Fakat o, “Ben dağa çıkar kurtulurum.” diye gemiye binmedi. Hz. Nûh’Bugün Allah’ın merhametinden başka sığınacak yer yoktur’ diye nasihat ederken araya bir dalga girdi, Yâm boğuldu.
Nûh’tan sonra insanlık Nûh’un üç oğlundan üredi. Arabın, İranlıların ve Rum’un babası “Sâm” ve Sudan halkının babası “Hâm” ve Türk kabilelerinin babası Yâfes’tir (Ahmet Cevdet, Kısas-ı Enbiya, I, 6).
Kur’an-ı Kerim’de Hz. Nûh ile ilgili bir sure ve başka surelerde Hz. Nuh’un adının geçtiği pek çok ayet vardır. Bunlardan bir kaçı burada zikredilebilir: “Andolsun, biz Nûh’u kendi kavmine Peygamber olarak gönderdik. O da dokuz yüz elli yıl onların arasında kaldı. Neticede onlar zulümlerini sürdürürlerken tûfan kendilerini yakalayıverdi.” (Ankebût, 29/14) “Gemi, inkar edilen kimseye (Nuh’a) bir mükafat olarak gözetimimiz altında yüzüyordu.” (Kamer, 54/14) “ (Ey Muhammed! ) Nûh’u da hatırla. Hani o daha önce dua etmişti de biz onun duasını kabul ederek, kendisini ve ailesini o büyük sıkıntıdan (tufandan) kurtarmıştık.” (Enbiyâ, 21/76)
Rivayete göre Hz. Nûh tûfandan sonra 350 yıl yaşamış ve Mekke’de vefat etmiştir (Ömer Faruk Harman, “Nûh”, İFAV Ans. , III, 499).
Allah’a isim olarak tanrı kelimesini kullanmak caiz midir?
“Tanrı” kelimesi, Arapça “ilah” kelimesinin karşılığıdır. Bu kelime genel olarak “tanrı kabul edilenlere” verilen bir cins isimdir.
“Allah” kelimesi ise Arap dilinde, her harfinin özelliği olan ve her biri ayrı ayrı harfler halinde O yüce varlığa delalet eden özel bir isimdir.
Bu bakımdan, kelâm âlimlerine göre “Allah” kelimesi, Cenab-ı Hakkın yüce zatına ve bütün kemal sıfatlarına delalet eden “ism-i azam” ve “lafza-ı celal” yani özel ve en yüce bir isimdir. Hiçbir dilde bu kelimenin ifade ettiği özel manayı kapsayacak bir kelime bulunmamaktadır. Bu sebeple Müslümanların, ibadet ettikleri tek yaratıcılarını “Allah” diye anmaları daha doğru olur. Fakat Allah “esma-i hüsna” denilen 99 isminden biriyle anılabileceği gibi, dinimizin bildirdiği mutlak kemal sahibi, noksanlardan münezzeh olan yüce Allah’ı anma niyetiyle Türkçe olarak “Tanrı” diye de anılmasında bir sakınca yoktur.
Çocuklara Allah’ın isimleri konabilir mi?
Bir anne-babanın çocuğuna karşı görevlerinden birisi ona güzel isim vermektir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.), bir hadisinde insanların kıyamet günü isimleri ile çağırılacağını belirterek “çocuklarınıza güzel isim koyunuz.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 69) buyurmuştur. Çocuklara Allah’ın isimlerini vermeye gelince, hemen belirtmek gerekir ki Allah’a has isimler çocuklara verilmemelidir. Şayet çocuklara ilahî isimler verilecekse başına “kul” anlamına gelen “abd” kelimesi eklenmelidir. Abdullah, AbdurRahman, Abdurrahim, Abdulkadir, Abdüllatif gibi.
Allah korkusu hakkında bilgi verir misiniz?
Sözlükte korkmak, bilinen veya hissedilen bir işaretten dolayı irkilmek, bir tehlike karşısında ne olacağı endişesi içinde olmak, gelecekte hoşlanmadığı bir şeyle karşılaşma düşüncesiyle kalbin yanıp üzülmesi demektir. Allah korkusu, terim olarak, “Allah’ın sonsuz yüceliği karşısında irkilmek, O’nun sonsuz büyüklüğüne paralel olarak hamd ve tesbih yapılamayacağını fark etmek, O’nun sayısız nimetlerine karşı yeterince şükredememe endişesi içinde olmak, O’nun sınırsız kemâline karşı duyduğumuz yahut duymamız gereken muhabbetin bazı tutum ve davranışlarımızla zarar göreceği kaygısını taşımaktır.”
Allah korkusu Kur’an’da teşvik edilen korkulardan biridir. “Eğer mü’minler iseniz benden korkun.” (Âl-i İmrân, 3/175) “Ey kullarım! Benden korkun, sakının.” (Zümer, 39/16) gibi birçok âyette Allah’tan korkulması emredilmiştir. Ancak Allah korkusu; insanın karanlıktan, açlıktan, yırtıcı hayvanlardan ve düşmandan korkması gibi bir korku değildir. İnsan, isyânı sebebiyle Allah’ın rahmet, mağfiret, rıza, sevgi, dostluk ve nimetlerinden mahrum kalmaktan; ilâhî huzurda hesap vermekten ve dünya ve âhirette azabına uğramaktan korkar.
Kur’an’da Allah’ın gıyabında, makamından, vaîdinden ve azabından korkmak söz konusu edilmiştir.a.) Allah’ın gıyabında korkmak (Mâide, 5/94; Yâsîn, 36/11); Allah’ı görmeden, henüz huzuruna varmadan korkmaktır. b) Allah’ın Makamından korkmak (Rahmân, 55/46; Nâzi’ât, 79/40-41); Kur’an’da “Allah’ın makamından korkma” ifadesi kullanılmış ve bu korkuya sahip olanlar, cennetle müjdelenmişlerdir. Allah’ın makamı ile murat, insan ve cinlerin kıyamet gününde hesap vermek için Allah’ın huzurunda durmalarıdır. Allah, kullarının gizli-âşikâr bütün yaptıklarını bilir, görür ve söylediklerini duyar. İnsanlar Allah’ın denetimi ve gözetimi altındadırlar. c) Allah’ın va’îdinden korkmak (İbrahim 14/14); Allah’ın rızasından, cennet ve nimetlerinden mahrum kalmaktan, lanete ve sürekli azaba uğramaktan korkmaktır. Allah, mü’minlere cennet; kâfir ve münafıklara ise cehennem va’dinde bulunmuştur (Tevbe, 9/68, 72). d) Allah’ın azabından korkmak (Ra’d 13/6; Hicr 15/49; Fussilet 41/43; Hadîd 57/20).
Allah korkusu; Allah’ın celal sıfatlarına, vaîd ve azabına yöneliktir. “Allah kullarına zerre kadar zulmetmez.” (Nisâ, 4/40) Yüce Allah; varlığını, birliğini, meleklerini, kitaplarını, âyetlerini ve Peygamberlerini inkâr edenleri, yalanlayanları ve isyân edenleri cezalandıracağını Kur’an’da bildirmiştir. İsyankâr insan, tövbe edip af dilerse bağışlanır. İnkâr, isyân ve zulmüne devam ederse cezalandırılır. İşte insan, bu inkâr, isyân ve zulüm sebebiyle Allah’ın cezalandırmasından korkar. Yüce Allah, kendisini hem bağışlayan hem de cezalandıran olarak tanıtmıştır. İşte Allah korkusu insanın; Allah’ın mağfiret ve rızasından mahrum kalma, acı ve şiddetli azabına uğrama endişesi taşımasına yöneliktir. Allah korkusu deyince bunun anlaşılması gerekir
Allah’ın azabından korkulması gerekir. Çünkü Allah’ın azabı; büyük (Bakara, 2/7), alçaltıcı (Bakara, 2/90), şiddetli (Bakara, 2/165), korkunç (İsrâ, 17/57), sert (Lokmân, 31/24) ve kötü (Zümer, 39/24) bir azaptır. Allah, suçsuz yere hiç kimseyi cezalandırmaz. Ancak insanlar cezalandırmayı hak ettikleri bir suç işledikleri takdirde cezalandırır. Asıl cezalandırma yeri âhirettir. Bununla birlikte Allah, dünyada da insanları çeşitli şekillerde ıslah olmaları için cezalandırabilir. Geçmiş kavimlerden birçok insan ve toplumu inkâr ve isyânları sebebiyle cezalandırmıştır (Ankebût, 29/40; En’âm, 6/65). Allah korkusu hem dünyada hem de âhirette cezalandırılmaktan korkmayı ve cennet nimetlerinden mahrum kalmayı ifade etmektedir. Kur’an’da Allah’ın azabından emin olunmaması istenmiş (A’râf, 7/97) ve Allah’ın azabından ancak hüsrana uğrayanların emin olacakları bildirilmiştir (A’râf, 7/99).
Kur’an’da Peygamberlerin (Ahzâb, 33/39), âlimlerin (Fâtır, 35/28), akıllı insanların (Ra’d, 13/19), hidâyete erenlerin (Tevbe, 9/18), muttakilerin (Enbiyâ, 21/49), sâlihlerin (Beyyine, 98/7-8), namazlarını kılan (Me’âric, 70/27), hayırda yarışan (Mü’minun, 23/60), kurutuluşa eren mü’minlerin (Nur, 24/52), meleklerin (Enbiyâ, 21/26), canlı ve cansız bütün varlıkların (Nahl, 16/49-50; İsrâ, 17/57) Allah’tan korktukları bildirilmiştir.
Allah’tan korkanlar; Peygamberin uyarısına kulak verirler (Fâtır, 35/18), îmân edip sâlih ameller işlerler (Beyyine, 98/7-8), Kur’an’dan öğüt alırlar (Tâ-hâ, 20/3), Kur’an kıssalarından ibret alırlar (Nâzi’ât, 79/26), Allah ve Peygamberin emirlerine uyarlar (Nahl, 16/49-50), Kur’an okununca derileri ürperir, kalpleri Allah’ın zikrine karşı yumuşar (Zümer, 39/23; Enfâl, 8/2) ve günahları terk ederler (Mâide, 7/27-28). Allah’tan korkan insan; hırsızlık, gasp, hainlik, iftira, zulüm ve işkence yapamaz, insan öldüremez, içki içemez, kumar oynayamaz, hiç kimsenin bulunmadığı bir yerde olsa bile suç işleyemez, namazını, orucunu, zekâtını ve haccını terk edemez, hiçbir görevini ihmal edemez. Çünkü Allah korkusu bütün bunlara mani olur. Allah’tan korkan kimse; ibadetlere devam eder, günahlardan sakınır, bir günah işleyince üzülür ve hemen bu günahından tövbe eder, nefsini hesaba çeker ve ahlâkını güzelleştirir.
Allah’ın birliğinin delilleri nelerdir?
Yüce Allah’ın vahdaniyeti/birliği hem naklî hem de aklî deliller yoluyla bilinir. Nakli delillerin başında Kur’an-ı Kerim ve Hz. Peygamber (s.a.s.)’in açıklamaları gelir. Kur’an-ı Kerim insanları aklını kullanarak evren ve yaratıklar üzerinde düşünmek suretiyle Allah’ın birliğini ikrar etmeye çağırır. Kur’an’da şöyle buyrulur: “De ki: “O, Allah’tır, bir tektir.” “Allah Samed’dir. (Her şey O’na muhtaçtır, o, hiçbir şeye muhtaç değildir. )” “Ondan çocuk olmamıştır (Kimsenin babası değildir). Kendisi de doğmamıştır (kimsenin çocuğu değildir).” “Hiçbir şey O’na denk ve benzer değildir.” (İhlâs, 112/1-4). “ (Allah) göklerin, yerin ve bu ikisi arasındakilerin Rabbidir.” (Meryem, 19/65) “Hiçbir şey onun benzeri değildir.” (Şûrâ, 42/11) Bu âyetler ve Kur’an’da Allah’ın birliğini ve birliğinin mahiyetini açıklayan daha birçok âyete göre Allah’ın bir olması, O’nun hiçbir şeye muhtaç olmaması, her şeyin ona muhtaç olması, zatının doğmak ve doğurmak gibi bir sebebe dayanmaması, zat ve sıfatlarında kemâl sahibi olması, yaratıklar içerisinde eşi ve benzerinin bulunmaması anlamına gelir. Evrendeki her şey cins, nevi ve türler olma açısından birbirinin benzeri iken eşi, ortağı ve benzeri olmayan Yüce Allah her şeyden münezzehtir. Demek ki Kur’an’a göre Allah’ın birliği, mahiyeti itibarıyla kendine özgü bir tekliktir.
Kur’an’da Allah’ın vahdaniyeti ve diğer sıfatları konusunda zikredilen nakli deliller aynı zamanda akli delilleri de içerir. Bu şu âyette açıkça görülmektedir: “Eğer yerde ve gökte Allah’tan başka ilahlar olsaydı kesinlikle ikisinin de düzeni bozulurdu. Demek ki, Arş’ın Rabbi Allah onların nitelemelerinden uzaktır, yücedir.” (Enbiya, 21/22) Bu âyet iki ilâhın varlığını ya da ilahlıkta müşterekliği/ortaklığı kabul etmenin aklen muhal/imkânsız olduğunu ifade eder. Öyleyse Yüce Allah’ı bu türden nitelendirmelerden tenzih etmek gerekir. O bütün fiillerinde mutlak güç ve irade sahibi olan tek ilahtır. Bu bakımdan kâinatın ve kâinatta meydana gelen olayların yaratılmasında birden fazla ilâhın müdahil olduğunu varsaymak batıldır. Zira bu durum evrenin fesadını gerektirir.
“Allah’ın zaman ve mekândan münezzeh olması” ne demektir?
Allah’ın zaman ve mekândan münezzeh oluşu, O’nun hiçbir şekilde zaman ve mekanla ilişkilendirilmemesi demektir. Zira zaman ve mekan mahluk yani “yaratılmış” bir şeydir. Allah ise Yaratıcı’dır. Dolayısıyla O yaratıklara has özelliklerden münezzeh yani uzaktır. Biraz daha açarak ifade etmek gerekirse, “mekan” varlık ve nesnelerin bulunduğu yerdir. Söz gelimi bir meyve ağaçta, ağaç bahçede, bahçe bir bölgede, bölge dünyada, dünyamız güneş sisteminde, güneş sistemi galakside, galaksiler uzayda bulunmaktadır. Bunların hepsi mahluk, yani yaratılmış bir şeydir. Zamana gelince bu, varlıklardaki hareketliliğin birimsel olarak ifade edilmesi olup varlıktan ayrı bir şey değildir. Sonuçta bu da mahluk yani yaratılmış bir şeydir. Allah ise her şeyi var eden, yaratandır (Enâm, 6/102). “O gökleri ve yeri yaratandır.” (Fâtır, 45/1) O halde O, her çeşit zaman ve mekan kayıtlarından uzaktır.
“Esmâ-i Hüsnâ” ne demektir?
İsmin çoğulu olan esmâ kelimesi ile, “en güzel” anlamındaki hüsnâ kelimesinin oluşturduğu bir sıfat tamlaması olan esmâ-i Hüsnâ, “en güzel isimler” anlamında yüce Allah’ın bütün isimleri için kullanılan bir terimdir. Kur’an-ı Kerimde “Allah, kendisinden başka ilâh olmayandır. En güzel isimler O’na mahsustur.” (Tâhâ, 20/8), “En güzel isimler O’nundur. Göklerde ve yerde olanlar O’nun şanını yüceltmektedirler. O galiptir, hikmet sahibidir.” (Haşr 52/24) meâlindeki âyetlerde de ifade edildiği gibi en güzel isimler Allah’a mahsustur. Çünkü bütün kemal ve yetkinliklerin sahibi O’dur. O’nun isimleri en yüce ve mutlak üstünlük ifade eden kutsal kavramlardır. Allah’ın isimlerine esmâ-i ilâhiyye de denilir.
Allah Teâlâ’nın Kur’an’da ve sahih hadislerde geçen pek çok ismi vardır. Kul bu isimleri öğrenerek Allah’ı tanır, O’nu sever ve gerçek kul olur. Kur’an’da “En güzel isimler Allah’ındır. O halde O’na o güzel isimlerle dua edin.” (A`râf, 7/180) buyrularak, esmâ-i hüsnâ ile dua ve niyazda bulunulması emredilmiştir. Esmâ-i hüsnânın birden fazla olması, işaret ettiği zâtın birden çok olmasını gerektirmez, bütün isimler o tek zâta delâlet ederler: “De ki: İster Allah deyin, ister Rahmân deyin, hangisini deseniz olur.” (İsrâ, 17/110)
Hz. Peygamber (s.a.s.) bir hadislerinde, yüce Allah’ın 99 isminden söz ederek bu isimleri sayan ve ezberleyen kimselerin cennete gireceğini haber vermiştir (Buhârî, Da`avât, 68; Tevhîd, 12; Müslim, Zikr, 2; Tirmizî, Da`avât, 82). Hadislerde geçen “saymak” (ihsâ) ve “ezberlemek” (hıfz) ile maksat Allah’ı güzel isimleriyle tanımak ve O’na iman, ibadet ve itaat etmektir. Allah’ın isim ve sıfatları 99 isimden ibaret değildir. Allah’ın âyet ve hadislerde geçen başka isimleri de vardır. Hadiste 99 sayısının zikredilmesi, sınırlama anlamına değil, bu isimlerin Allah’ın en meşhur isimleri olması sebebiyledir.
Allah’ın bir olması ne demektir?
İslâm inancına göre Allah birdir ve tektir. Bu bir oluş, sayı yönüyle bir “bir”lik değildir. Çünkü sayı bölünebilir ve katlanabilir. Allah böyle olmaktan yücedir. O’nun bir oluşu, zâtında, sıfatlarında, isimlerinde ve fiillerinde, rab oluşunda ve hâkimiyetinde eşi ve benzeri olmayışı yönündendir. Onun birliği, varlığının zorunlu olup yokluğu düşünülemeyen tek varlık olmasını ifade eder. İhlâs sûresinde Allah’ın bir olduğu, hiçbir şeye muhtaç olmadığı, doğurmadığı ve doğurulmadığı, O’nun hiçbir denginin bulunmadığı ifade edilir. Kâfirûn sûresinde de ibadetin ancak Allah’a yapılacağı, Hz. Peygamber (s.a.s.)’in, kâfirlerin taptıklarına önceden tapmadığı gibi, sonra da tapmayacağı ısrarla vurgulanmaktadır.
Evrenin onca büyüklüğüne rağmen tam bir uyum ve ahenk içinde varlığını sürdürmesi Yaratıcı’sının bir olduğunu açıkça göstermektedir.
Kur’an-ı Kerîm’in pek çok sûresinde Allah’ın birliğini, eşi ve benzerinin bulunmadığını vurgulayan pek çok âyet vardır: “Allah hiçbir çocuk edinmemiştir. Onunla birlikte başka hiçbir ilah yoktur. Öyle olsaydı her ilah kendi yarattığını alır götürür ve mutlaka birbirlerine üstün gelmeye çalışırlardı. Gaybı da, görülen âlemi de bilen Allah, onların yakıştırdığı nitelemelerden uzaktır. Onların koştukları ortaklardan çok yücedir.” (Mü’minûn 23/91-92), “Eğer yerde ve gökte Allah’tan başka ilahlar olsaydı kesinlikle ikisinin de düzeni bozulurdu. Demek ki, Arş’ın Rabbi Allah onların nitelemelerinden uzaktır, yücedir.” (Enbiyâ 21/22)
“Allah’ın gazabı” ne demektir?
Sözlükte “kızmak, öfkelenmek; kızgınlık, öfke duygusu” anlamına gelen gazap genellikle rızâ ve hilim kavramlarının karşıtı olarak kullanılmaktadır. Allah rahîm, halîm olduğu gibi aynı zamanda gazap edendir. Bir kutsî hadise göre Allah, “Rahmetim gazabımı geçmiştir (kuşatmıştır).” (Buhârî, Tevhid, 15, 22, 28, 55; Müslim, Tevbe, 14-16) buyurmuştur. İslam âlimlerine göre Allah’ın gazabı, küfür ve isyan gibi birtakım tutum ve davranışları yadırgaması, zat-ı ulûhiyetine ve her şeyden müstağniliğine uygun olarak bir çeşit “öfke”si ve onlara hak ettiklerinin karşılığını vermesi demektir.
Cinlerin varlığı hak mıdır?
Cin sözlükte “örtülü ve gizli varlık, görünmeyen şey” anlamındadır. İnsanın duyu organlarıyla idrak edilemeyen bu varlıklar gayb âlemine ait olup mahiyetleri konusunda fazla bir şey söylemek mümkün değildir. Cinlerin varlığı ve mahiyetlerine dair bilgiler ancak ilahî vahiy yoluyla Peygamberlere Allah’ın bildirdiği kadarıyla bilinir.
Kur’an-ı Kerim’de cinlerin alevli/dumansız, yalın ateşten yaratıldıkları zikredilir (Hicr, 15/27; Rahmân, 55/15). Ayrıca Kur’an’da “Cin sûresi” adıyla bir sûre mevcut olup, daha birçok âyette ve sahîh hadislerde cinlerden bahsedilmektedir. Bu bakımdan cinlerin varlığı gerçek olup her müminin buna inanması gerekir. İnsanlık tarihi ve tecrübesi, dinî, felsefî ve sosyal bilimler yanında çeşitli fennî/bilimsel araştırmalar da cinlerin varlığını imkânsız görmemektedir.
Cinlerin insanlardan daha uzun ömürlü olduğu, insanların bilemediği gizli şeyleri bildikleri ve eşyaya tasarrufta olağan dışı maharetlere sahip oldukları âyet ve hadis yorumlarından çıkarılmaktadır. Bununla birlikte cinler görünmeyen gayb âlemine ait bir boyutta oldukları için onların yaşayış tarzı, insanlarla ilişkileri gibi konularda kesin yargılarda bulunmak mümkün görülmemiştir. Gayb âlemiyle ilgili varlıklar olmalarına rağmen cinler de “mutlak gaybı” bilmezler. Zira gaybın bilgisi sadece Allah’a aittir. Bu konuda Yüce Allah şöyle buyurur: “Süleyman’ın ölümüne hükmettiğimiz zaman, onun ölümünü onlara ancak değneğini yemekte olan bir kurt gösterdi. Süleyman’ın cesedi yıkılınca cinler anladılar ki, eğer gaybı bilmiş olsalardı aşağılayıcı azap içinde kalmamış olacaklardı.” (Sebe’, 34/14) Bu itibarla her ne kadar cinlerin hayat sürelerinin uzunluğu, ruhanî ve manevi varlıklar olmaları, meleklerden haber çalmaları gibi sebeplerle, insanların bilmediği, geçmişe ve şu ana ait bazı olayları bilebildikleri ileri sürülse de onların “mutlak gaybı” bilmedikleri gibi gaybla ilgili verdikleri bilgilere de güvenilmez.
Zâriyât sûresinin 56. âyetinde cinlerin de insanlar gibi Allah’ı bilip ona ibadet etmekle sorumlu oldukları şöyle belirtilir: “Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım”. Bu demektir ki cinler de insanlar gibi Allah’a inanıp emir ve yasaklarına uymakla sorumlu tutulmuşlardır.
Meleklerin varlığının kanıtları nelerdir?
Melekler gözlem ve deneye dayanan pozitif bilimlerin ilgi alanı dışında kalan fizik ötesi varlıklardır. Onların gözle görünmez, duyu organlarıyla algılanamaz varlıklar oluşu, inkâr edilmelerine gerekçe olamaz. Pozitif bilimlerin ilgi alanı dışında kalan ve duyu organlarıyla algılamayan nice varlıkların mevcudiyetine inanıldığı bir gerçektir. Esasen insan aklı meleklerin varlığını aklî bakımdan imkânsız görmez, bunu caiz ve mümkün görür. Bu durumda, konuyla ilgili kesin bilgi veren anlamı açık çok sayıda ayet ve hadislerdir. Bunlar meleklerin varlığı konusunda müminlerde hiçbir şüphe bırakmaz. Maddeleştirerek meleklerin varlığı ilgili bazı kanıtlar şöyle sıralanabilir: a) Bütün ilahî dinlerde melek inancı vardır. b) Bütün Peygamberler getirdikleri mesajda meleklerin varlığından söz etmişlerdir. c) Allah’ın kelamı olduğunda hiçbir şüphe olamayan Kur’an-ı Kerim’de meleklerin varlığına ve özelliklerine ilişkin onlarca ayet bulunmaktadır. d) Hayatı boyunca hiçbir zaman yalan söylememiş olan Hz. Peygamber (s.a.s.) pek çok hadisinde meleklerden, onların özelliklerinden ve kimi zaman onları gördüğünden bahsetmiştir. e) Yüce Yaratıcı’nın makro ve mikro âlemde halkettiği varlıklardaki eşsiz güzellik ve mükemmelliği görüp değerlendiren ve bu suretle Allah’ı tesbih ederek yücelten özel varlıkların bulunması aklın kabul edeceği bir husustur.
“Kirâmen Katibîn” melekleri hakkında bilgi verir misiniz?
“Değerli yazıcılar” anlamına gelen Kirâmen Katibîn insanların yanlarında bulunan ve onların yaptıkları işleri amel defterine yazmakla görevli bulunan melekler demektir. Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulmaktadır: “Hâlbuki sizin üstünüzde hakiki bekçiler ve çok değerli yazıcılar (kirâmen katibîn) vardır ki, onlar ne yaparsanız bilirler.” (İnfitâr, 82/11-12) Hafaza, rakîb-atîd melekleri de denilen bu meleklerin belirtilen yazma görevinden başka ahiret günü hesap sırasında yapılan işlere şahitlik edecekleri de ayetlerde bildirilmektedir: “Sûr’a da üflenmiştir. İşte bu tehdidin (gerçekleşmiş) günüdür. O gün herkes beraberinde sürücü ve şahit (iki) melek bulunduğu halde mahşere gelmiştir.” (Kaf, 50/20-21) Diğer taraftan İslam âlimleri söz konusu meleklerin yazma daha doğrusu kayda alma görevini nasıl yaptıkları konusunda kesin bir şey söylenemeyeceğini beyan etmişlerdir.
Melekler gaybı bilebilir mi?
Gaybı ancak Allah bilir. Bu bakımdan melekler gaybı bilemez. Eğer kendilerine Allah tarafından gayba dair bir bilgi verilmişse ancak o kadarını bilebilirler. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de belirtildiği üzere, Allah Adem’e varlıkların isimlerini öğretmiş, sonra da isimlerin verildiği varlıkları meleklere göstererek bunların isimlerini haber vermelerini istemiş, bunun üzerine melekler: “Seni tenzih ederiz. Senin öğrettiğinden başka bizim hiçbir bilgimiz yoktur.” diyerek cevap vermişlerdir. Sonra Allah Âdem’e varlıkların isimlerini haber vermesini istemiş, o da söyleyiverince meleklere şöyle seslenmiştir: “Size demedim mi ki göklerin ve yerin gaybını şüphesiz ben bilirim. Neyi açıklarsanız neyi de gizlemişseniz ben bilirim.” (Bakara, 2/31-33)
Meleklerin özellikleri nelerdir?
Melekleri diğer varlıklardan ayıran özellikler şu şekilde özetlenebilir: a) Melekler nurdan yaratılmış, yemek, içmek, erkeklik, dişilik, evlenmek, uyumak, yorulmak, gençlik, ihtiyarlık gibi fiillerden ve özelliklerden arınmış nuranî varlıklardır. Bir ayette şöyle buyrulur: “O’nun katındaki melekler kendisine ibadet etmekten, ne çekinirler ne de yorulurlar. Gece gündüz Allah’ı tesbih ederler ve usanmazlar.” (Enbiya 21/19-20) b) Melekler Allah’a isyan etmezler. Bir ayette şöyle buyrulur: “Melekler kendilerine her şekilde hâkim ve üstün olan Rablerinden korkarak ne emrolunursa onu yaparlar.” (Nahl, 16/50) c) Melekler kanatlı, son derece süratli, güçlü ve kuvvetli varlıklardır (Fâtır, 35/1; Hakka, 69/17; Meâric 30/4). d) Melekler Allah’ın izniyle çeşitli şekil ve kılıklara bürünebilir. Nitekim Cebrail bazen Hz. Peygamber (s.a.s.)’e ashaptan Dıhye suretinde görünmüştür. Yine, söz gelimi, Cebrail Meryem validemize bir insan şeklinde görünmüştür (Meryem, 19/16-17).
“Kur’an’ın korunmuşluğu”nun kanıtları nelerdir?
Kur’an-ı Kerim Yüce Yaratıcı’nın kıyamete kadar gelecek bütün insanlara indirdiği son ilahi mesajıdır. O, bu yüce kelâmı indirmekle kalmamış, onun korunmasını da bizzat üzerine almıştır. Nitekim O, bu gerçekliği şöyle açıklamıştır: “Şüphesiz o zikri (Kur’an’ı) Biz indirdik Biz! Onun koruyucusu da elbette biziz.” (Hicr, 15/9) Bu ilahî beyan onun korunmuşluğu konusunda müminler için en büyük güvencedir. Nitekim tarih de bunun canlı şahidi olmuştur. Zira Kur’an-ı Kerim inzal olmaya başladığında bir taraftan derilere yazılırken bir taraftan da birçok mümin tarafından ezberlenerek hafızalara yazılmış, ayrıca Müslümanların inanç ve amelî dünyalarına taşınarak hayata yansımış ve yazılmıştır. Diğer taraftan İslam fetihlerinin artması ve yeni beldelerin İslam’a dâhil olmasıyla, üçüncü halife Hz. Osman bir komisyon kurmuş, Kur’an nüshaları çoğaltılmış, bunlar Mekke, Kufe, Basra, Şam, Bahreyn, Yemen’e gönderilmiştir. Müslümanlar bu ana nüshalara göre pek çok Kur’an nüshası yazmış, böylece bu ilahî kitap hiçbir değişikliğe uğramadan günümüze kadar gelmiştir. Son olarak şu da kaydedilmelidir ki, bugün Taşkent, İstanbul, Kahire ve Medine’de Hz. Osman döneminde istinsah edilen nüshalar olmasa bile bu nüshadan kopyalandığı güçlü ihtimal dâhilinde bulunan Kur’an nüshaları vardır. Bu nüshalardan, meselâ birisi, Tayyar Altıkulaç tarafından “Hz. Osman’a Nisbet Edilen Mushaf-ı Şerif” adıyla basılmıştır (İSAM Yayınları, İstanbul 2007).
Kur’an-ı Kerim’de kaç ayet bulunmaktadır?
Bilindiği gibi ayet Kur’an cümlelerine verilen isimdir. Kur’an-ı Kerim üzerinde noktalama çalışmaları yapılırken ayetlerin belirlenmesinde bazı küçük farklıklar olmuş, söz gelimi bazı âlimlerin müstakil ayet olarak belirlediği bir ibare bazı âlimlerce iki ayet olarak düşünülmüş, böylece ayetlerin sayısı konusunda küçük farklılıklar ortaya çıkmıştır. İslam âlimlerinden, söz gelimi, Ebu Amr ed-Dâni’ye göre âyetlerin sayısı 6000, İsmail b. Cafer’e göre 6214, Zemahşerî’ye göre 6666, yine söz gelimi, Ehl-i Mekke’ye göre 6219, Ehl-i Kûfe’ye göre 6236, Basralılara göre 6204, Şamlılara göre 6226’dır. Bunlardan bizim kültürümüze, akılda kolay kalacağı için ayet sayının 6666 olarak veren görüş yerleşmiştir. Bugün basılan nüshalardaki ayet sayısı 6236’dır.
Kur’an’ın mucize oluşunun kanıtları nelerdir?
Kur’an, lafzı, üslûbu ve içeriği bakımından akıllara durgunluk veren, hayrette bırakan büyük ve ebedî bir mûcizedir. Diğer Peygamberlerin mûcizeleri, dönemleri geçince bittiği, onları yalnız o dönemde yaşayanlar gördüğü halde, Kur’an mûcizesi kıyamete kadar sürecektir.
Kur’an-ı Kerîm hem söz hem de mâna yönünden mûcizedir ve eşsizdir. Onun söz yönünden mûcize oluşu, Arap edebiyatının en üst noktada olduğu bir dönemde inmesine rağmen, Araplar’a kendisinin bir benzerini getirmeleri için meydan okumuş olması, onları bu konuda âciz bırakmasıdır. Nitekim bu husus Ku’an’da şöyle açıklanır: “Eğer kulumuza indirdiklerimizden herhangi bir şüpheye düşüyorsanız, haydi onun benzeri bir sûre getirin. Eğer iddianızda doğru iseniz Allah’tan başka şahitlerinizi (yardımcılarınızı) çağırın. Bunu yapamazsanız -ki elbette yapamayacaksınız- yakıtı, insan ve taş olan cehennem ateşinden sakının.” (Bakara, 2/23-24; Hûd 11/13; Tûr, 52/33-34) Kur’an’ın bu meydan okuması karşısında hasımların en kolay bir yol olarak bunu yapmak yerine, en zor bir yol olan kılıca davranarak savaşı tercih etmeleri aciz kaldıklarının kesin kanıtıdır.
Öte yandan Kur’an-ı Kerîm mâna yönüyle de mûcizedir. Hz. Muhammed (s.a.s.)’in okuma yazma bilmeyen bir kimse iken, Allah’tan aldığı vahiy ile insanlara bildirdiği Kur’an, en yüksek gerçekleri de kapsamaktadır. İster pozitif ister sosyal bilimler alanında, insanlığın asırlar sonra ulaştığı gerçekler, asırlar önce Kur’an tarafından haber verilmiş, hiçbir buluş, onun getirdiklerinin aksini ortaya koyamamıştır. Aksine bilimsel gelişmeler, Kur’an’ın anlaşılmasını kolaylaştırmıştır.
Ayrıca ilgili kaynaklarda genişçe açıklandığı üzere, Kur’an’ın ses uyumu, dinleyenleri sıkmaması, her asırda yüz binlerce insan tarafından ezberlenmesi vb. açılardan da onun mucize olduğu açıktır.
“Ehl-i kitab” ne demektir?
Kitap ehli anlamına gelen “Ehl-i Kitap”; Allah’ın Peygamberlerine indirdiği kitaplara iman edenlere verilen bir isimdir. Kitap Ehli, Kur’an’da; “kendilerine kitap verilenler” (Müddessir, 74/31), “kendilerine kitap verdiklerimiz” (Bakara, 2/121) ve “kendilerine kitaptan bir pay verilenler” (Nisa, 4/44) şeklinde de ifade edilmiştir.
Kur’an’da Yahudi ve Hristiyanlara “Ehl-i Kitap” denildiği gibi (Nisâ, 4/153; Mâide, 5/15, 19) diğer Peygamberlere indirilen kitaplara iman edenlere de “Ehl-i Kitap” denilmiştir (En’âm, 6/84-90).
Çeşitli ayetlerde Ehl-i Kitabın kâfir olanlarının; hakkı batıla karıştırdıkları (Âl-i İmrân, 3/71), bile bile Allah’a karşı yalan söyledikleri (Âl-i İmrân, 3/75), emanete riayet etmedikleri (Âl-i İmrân, 3/75), kendilerine verilen kutsal kitapları tahrif ettikleri (Âl-i İmrân, 3/78), Peygamberleri öldürdükleri (Âl-i İmrân, 3/112), Müslümanları sapıtmak (Âl-i İmrân, 3/69) ve küfre düşürmek istedikleri (Bakara, 2/109), Tevrat ve İncil’in hükümlerini hakkıyla uygulamadıkları (Mâide, 5/68) bildirilmiştir. Fıkhî bakımdan Ehl-i Kitapla ilgili olarak özel hükümler vardır.
Kur’an-ı Kerim’i diğer kutsal kitaplardan ayıran özellikleri nelerdir?
Hz. Peygamber (s.a.s.)’e Cebrâil aracılığıyla Arapça olarak indirilen ve bize kadar hiçbir değişikliğe uğramaksızın tevâtür yoluyla gelen Kur’an-ı Kerim’i diğer kutsal kitaplardan ayıran birçok özellikten bahsedilebilir. Bunlardan bazıları şunlardır: a) Kur’an-ı Kerim’in hem lafzı yani ifadeleri hem içeriği mucizedir. b) Kur’an-ı Kerim Hz. Peygamber (s.a.s.)’e toptan değil, zamanın ve olayların akışına göre parça parça indirilmiştir. c) Kur’an-ı Kerim, en son kutsal kitaptır ve ondan sonra başka bir ilâhî kitap gelmeyecektir. d) Kur’an, bize kadar hiçbir değişikliğe uğramadan gelmiş, kıyamete kadar da bu vasfının koruyacaktır. e) Kur’an-ı Kerim’in kapsadığı yüce gerçekler kıyamete kadar bütün insanların ve çağların ihtiyacını karşılayacak değerdedir. f) Kur’an-ı Kerim kolayca ezberlenebilir karakterdedir. Nitekim tarih boyunca yüz binlerce insan onu ezberlemiştir.
İncil (Yeni Ahit) hakkında bilgi verir misiniz?
“Yeni Ahit” Kitab-ı Mukaddes’in Hıristiyanlara ait olan kısmının adıdır. İncil, Hz. Îsâ’ya verilen ilâhî ve Kutsal Kitâbın Kur’an-ı Kerim’deki ismidir. İncil kelimesi; iyi haber ve müjde anlamına gelir. Latinceye: “Evangelium” olarak geçmiştir. Hristiyan dünyasında genel kabul gören; Matta, Markos, Luka ve Yuhanna İncillerinden başka; Barnaba İncili ve Saint Thomas İncili de meşhur İncil metinleridir.
Havariler, vaazlarında ve göndermiş oldukları mektuplarda, Hz. Îsâ’nın hayatını ve sözlerini nakletmişlerdir. Hz. Îsâ’nın öğretilerini yazan pek çok risale yazılmıştır. Miladî 325 yılında toplanan İznik Konsülü’nün kararıyla incelemeye tabi tutulan bu risalelerden, yeni ahdi (Ahd-i Cedîd) oluşturan dört kitap seçilmiştir. Bunlar Matta, Markos, Luka ve Yuhanna’dır. Bu İncillere çeşitli din, kültür ve felsefelerden pek çok şey girmiştir. Bununla birlikte, bu İncillerde Hz. Îsâ’nın öğütleri, güzel sözleri ve prensipleri de bulunmaktadır.
“Kitab-ı mukaddes” ne demektir?
Kutsal kitap anlamına gelen Kitab-ı Mukaddes genelde Hıristiyanlarca kutsal kabul edilen yazılar koleksiyonuna verilen addır. Batı dillerinde bunun karşılığı olarak “Bible” kullanılır. Yahudi Kitab-ı Mukaddes’i sadece Eski Ahit iken Hıristiyanlar bu kavramla Eski ve Yeni Ahid’in tamamını kast ederler.
Tevrat (Eski Ahit) hakkında bilgi verir misiniz?
Sözlükte “kanun, talim ve şeriat” anlamına gelen Tevrât, ıstılahta, Yüce Allah’ın vahiy yoluyla Hz. Mûsâ’ya, kavmine tebliğ etmesi için indirdiği kitabın adıdır. Kur’an-ı Kerim toplam 17 yerde bu kitaba atıfta bulunmakta, ancak onun Yahûdîler tarafından tahrif edildiğini de bildirmektedir (Bakara, 2/75; Âl-i İmrân, 3/3, 48, 50, 56, 93; Mâide, 5/43, 44, 46, 66, 68, 110; A’râf, 7/157; Tevbe, 9/111; Fetih, 48/29; Sâf, 61/6; Cum’a, 62/5). Yahûdîler Tevrat’ın birbirinin tamamlayıcısı olduğuna inandıkları beş kitaptan oluştuğunu kabul etmektedirler. Bunlar; Tekvin, Huruç, Tevrat, Sayılar ve Tesniye’dir. Tarihî kayıtlara göre ilk kez Asur Kralı Buhtunnasr Kudüs’ü işgal edince Tevrat nüshalarını yakmıştır. Yahûdîlere göre Azra isimli biri yüz sene sonra Tevrat’ı ezberinden tekrar yazmıştır. Bu nedenle Yahûdîler Azra’yı da Peygamber olarak kabul ederler. Bu zatın Kur’an’da zikrolunan Hz. Üzeyr olabileceğini düşünenler de vardır. Yine Yahûdî kaynaklarına göre Roma Kralı Artiokus da Filistin’i işgal ettikten sonra Tevrat nüshalarını ikinci kez yaktırmıştır. Böylece Tevrat’ın nasıl yazıldığı hususunda net bilgi yoktur. Ancak Müslümanlar, Allah’ın Hz. Mûsâ’ya bir kitap verdiğine ve bunun Tevrat olduğuna inanırlar. Fakat o Tevrat’ın bugünkü Tevrat olmadığı da bir gerçektir. Yahudiler’in kutsal kitabına Hıristiyanlarca eski ahit adı verilmektedir.
Zebur hakkında bilgi verir misiniz?
Kelime olarak “yazılı şey ve kitap” anlamına gelen Zebur, Hz. Dâvûd’a indirilmiş olan ilâhî kitabın adıdır. Bu konuda Kur’an’da şöyle buyurulur: “Gerçekten biz, Peygamberlerin kimini kiminden üstün kıldık. Dâvûd’a da Zebur’u verdik.” (İsrâ, 17/55) Zebur, ilâhî kitapların en küçüğü olup, yeni dinî hükümler getirmemiştir. Bugün elde mevcut olan Zebur nüshaları, lirik söyleyiş ve ilâhîlerden, Allah’a övgü ve hikmetli sözlerden ve birtakım nasihatlerden meydana gelmiştir. Mezmûrlar adıyla Eski Ahid’de yer almaktadır.
İlahî kitaplara imanın İslam’daki yeri nedir?
Allah’ın gönderdiği kitaplara inanmak iman esaslarındandır. Bu konuda Kur’an-ı Kerim’de ve hadislerde birçok açıklama vardır. Söz gelimi, Kur’an’ın ikinci suresinin başında “hidayet” üzere olanların özellikleri sayılırken, onların Hz. Peygamber (s.a.s.)’e ve ondan önceki Peygamberlere indirilenlere iman ettikleri (Bakara, 2/4) belirtilir. Aynı surenin sondan bir önceki ayetinde de müminlerin Allah’a, meleklerine, kitaplarına ve Peygamberlerine inandıkları (Bakara 2/285) ifade olunur. Ayrıca “Kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, Peygamberlerini ve ahiret gününü inkâr ederse, şüphesiz derin bir sapıklığa sapmıştır.” (Nisa, 4/136) buyrularak ilahî kitapları inkâr eden kimsenin dalalet içinde olacağı belirtilmiştir. Hz. Peygamber (s.a.s.) de bir hadisinde iman esaslarını sayarken bunlardan birisinin Allah’ın gönderdiği kitaplara inanmak olduğunu (Müslim, İman, 1) bildirmiştir. Esasen Allah’a inanan bir kimse O’nun mesajlarını bildirmek üzere kitap indirmesini benimser, inanır.
Peygamberlerin sayısı kaçtır?
İlk Peygamber Hz. Âdem’den son Peygamber Hz. Muhammed (s.a.s.)’e kadar pek çok Peygamber gelip geçmiştir. Gönderilen Peygamberlerin sayısı konusunda Kuran’da herhangi bir bilgi bulunmamaktadır. Bir hadiste Peygamberlerin sayısının 124. 000 olduğu, bunlardan 315’ini resullerin teşkil ettiği haber verilmektedir (Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 266). Fakat bir âyette “Andolsun, senden önce de Peygamberler gönderdik. Onlardan sana kıssalarını anlattığımız kimseler de var. Sana kıssalarını bildirmediğimiz kimseler de var.” (Mü’min, 40/78) buyrulması göz önünde bulundurulursa Peygamberlerin sayısı ile ilgili bir rakam belirlemeksizin Hz. Âdem’den Hz. Muhammed (s.a.s.)’e kadar gönderilmiş olan Peygamberlerin hepsine inandım, hepsinin hak ve gerçek olduklarını kabul ettim, demek daha uygundur.
“Ülü’l-azm” Peygamberler kimlerdir?
“Ülü’l-azm” Peygamberler, aldıkları ağır görev ve yüklendikleri sorumluluk karşısında herhangi bir yılgınlık göstermeden dini insanlara tebliğ görevini yerine getiren, bütün zorluklara göğüs germede azim ve sebat gösteren Peygamberler demektir. Kur’an’da ulü’l-azm Peygamberlerin isminin geçtiği bir âyette şöyle buyrulur: “O, dini ayakta tutun, onda ayrılığa düşmeyin diye dinden Nûh’a tavsiye ettiğini, sana vahy ettiğimiz, İbrâhim’e, Mûsâ’ya ve Îsâ’ya tavsiye ettiğimizi Allah size de din kıldı.” (Şûrâ, 42/13; Ahzâb, 33/7)
Ulü’l-azm Peygamberler Hz. Nuh, Hz. İbrahim, Hz. Mûsâ ve Hz. Îsâ ile Hz Peygamber’dir.
Her topluluğa Peygamber gönderilmiş midir?
Kur’an-ı Kerim’den anlaşıldığına göre kendilerine Peygamber gönderilmemiş hiçbir topluluk yoktur. Nitekim bir ayette şöyle buyrulmuştur: “Şüphesiz biz, seni müjdeleyici ve uyarıcı olarak hak ile gönderdik. Hiçbir ümmet yoktur ki, aralarında bir uyarıcı gelip geçmiş olmasın.” (Fâtır, 35/24) Başka bir ayette de şöyle buyrulmuştur: “Her ümmetin bir Peygamberi vardır.” (Yunus, 10/47) Şu kadar var ki Peygamberlerin vefatından sonra onların tebliği unutulmuş, böylece “fetret dönemi” adı verilen dönemler ortaya çıkmıştır. Şu ayet de fetret dönemi insanların azaba maruz kalmayacağını bildirmektedir: “Biz Peygamber göndermedikçe azap edici değiliz.” (İsrâ, 17/15)
Mucize ne demektir?
Sözlükte “aciz bırakan, güçsüz kılan, karşı konulmaz, harika olay, kudretsizlik ve takatsızlık veren iş” anlamlarına gelen mucize, terim olarak, insanların benzerini meydana getirmekten aciz kalacakları ve âdeta meydan okuma şeklinde, Peygamberlik iddiasında bulunan zattan adetin hilafına ve tabiat kanunlarının aksine olarak zuhur eden harikulâde olaylara denir. Asıl maksadı, Peygamberin nübüvvet davasını ispat ve doğrulamaktır. Herhangi bir olayın mucize olabilmesi için onun nübüvvet görevi verilmiş kişilerin elinde zuhur etmesi gerekir. Mucize gerçekte Allah’ın fiilidir, “Peygamber mucizesi” denilmesi mecazîdir. Bu nedenle olayın onun aracılığıyla olması, tabiat kanunlarının çok üstünde ve onlara aykırı olması, iddiaya uygun olarak ortaya konulması, bir tekzip ya da inkârdan sonra meydana gelmesi ve insanoğlunun aciz kaldığı bir olay türünden gerçekleşmesi gerekir. Diğer taraftan Peygambere verilen mucizeler, bir yönüyle îmânın temel esaslarından olan nübüvvetle, diğer yönüyle de vahiy ile alâkalıdır. Dolayısıyla mucizeye inanmak gerekir: “Ona, Rabbinden (başka) mucize indirilmeli değil miydi? Derler. De ki: Mucizeler ancak Allah’ın katındadır. Ben sadece apaçık bir uyarıcıyım.” (Ankebût, 29/50) Akıl bakımından da mucize imkânsız değildir. Çünkü her an insanın çevresinde meydana gelen olaylar, hayatın kendisi ve her sahası mucizelerle doludur. Varlıkların yaratılması, ömrü tamamlanınca yok olması ve hayatın kesintisiz olarak devam etmesi bunun en güzel örneğidir. Sürekli müşahede ettiğimiz ve bu nedenle değişmez sandığımız tabiat kanunlarını var eden Allah’tır. Allah bu kanunları dilediği zaman, Peygamberleri vasıtasıyla değiştirebilir. Bu değişiklik bir mucizedir. Bu durumda mucizenin vukuu için aklî bir engel yoktur. Aksine akıl, mucizenin meydana gelmesini kabul edip benimser.
Peygamberlik inancının islam’daki yeri nedir?
Peygamberlere iman, imanın altı esasından biridir. Peygamberlere iman demek, insanlara doğru yolu göstermek için, Allah tarafından seçkin kimselerin gönderildiğine, bu kimselerin Allah’tan getirdiği bütün bilgilerin gerçek ve doğru olduğuna inanmak demektir. Bu aslında ulûhiyetin gereğidir. Dolayısıyla Allah’a inan bir kimse O’nun Peygamberler gönderdiğine de inanmalıdır. Yüce Allah her Müslümana, aralarında herhangi bir ayırım yapmadan bütün Peygamberlere inanmayı farz kılmıştır: “Peygamber de kendisine Rabbi tarafından indirilene iman etti, müminler de. Her biri Allah’a, meleklerine, kitaplarına, Peygamberlerine iman ettiler. Allah’ın Peygamberlerinden hiçbiri arasında ayırım yapmayız.” (Bakara, 2/285) Bu sebeple Peygamberlerin bir kısmına inanıp, diğerlerini tasdik etmemek küfür sayılmıştır: “Allah’ı ve Peygamberlerini inkâr edenler ve Allah ile Peygamberlerini birbirinden ayırmak isteyip bir kısmına iman ederiz, ama bir kısmına inanmayız diyenler ve bunlar arasında bir yol tutmak isteyenler yok mu? İşte gerçekten kâfirler bunlardır.” (Nisâ, 4/150-151) Ayrıca Hz. Peygamber (s.a.s.) de bir hadisinde iman esaslarını sayarken bunlardan birinin Peygamberlere inanmak olduğunu belirtmiştir (Müslim, İman, 1).
Kıyamet alametleri nelerdir?
Kıyâmetin ne zaman kopacağı bilinmemekle birlikte Hz. Peygamber (s.a.s.), onun meydana gelme zamanına işaret eden bazı önemli olay ve belirtiler hakkında açıklamalarda bulunmuştur. Bu işaretler büyük ve küçük olmak üzere iki kategoride gösterilmiştir. Kıyâmetin küçük alametleri olarak, din ve inanç hakkında bilgisizliğin yaygınlaşması, içkinin çokça içilmesi, fitne, öldürme ve kargaşanın çoğalması, maddî refahla birlikte kanaatsizlik ve nankörlüğün artması, Allah rızası yerine çıkar ve menfaatlerin ön plana çıkması gibi olayları saymak mümkündür.
Büyük alametler ise şu hadiste bildirilmiştir: “On alamet meydana gelmedikçe kıyâmet kopmaz. Deccal’ın çıkışı, Hz. İsâ’nın yeryüzüne inmesi, Ye’cuc ve Me’cucun çıkışı, Dâbbetü’l Arz’ın çıkışı, güneşin batıdan doğması, doğuda, batıda ve Arap yarımadasında meydana gelmek üzere yerin batışı, duman ve insanları mahşer yerine sürecek olan ve Aden çukurundan çıkan bir ateşin zuhuru.” (Müslim, Fiten, 13) Bu hadiste geçen alametlerin bir kısmı aynı zamanda Kur’an’da da muhtelif ayetlerde yer almaktadır.
Berzah hayatı ne demektir?
Berzah, sözlükte iki şey arasındaki engel, perde ve ayırıcı sınır anlamına gelmektedir. Dinî ıstılahtaki karşılığı ise: Ölümden sonra başlayan ve mahşerdeki dirilişe kadar devam edecek olan kabir hayatıdır. Buna göre ölen herkes berzah âlemine girecektir. Şu âyette “Berzah” ölümden sonra yeniden dirilişe kadar geçecek zaman diliminin oluşturduğu engel anlamındadır: “Onların gerisinde ise, yeniden dirilecekleri güne kadar (süren) bir berzah vardır.” (Mü’minûn, 23/100)
Kısaca değinmek gerekirse, insanın ölümüyle ahiret hayatı başlamış olur. Berzah hayatı ahiret hayatının ilk durağıdır. Nitekim bir hadiste bu açıkça belirtilmiştir (Tirmizi, Zühd, 5). Bu hayat bedensel olmaktan çok ruhsaldır. İnsanlar öldükten sonra iman ve amellerine göre kıyamete kadar ruhani olarak ayrı bir hayat yaşarlar. Kabir müminler için cennet bahçelerinden bir bahçe, inkarcılar için cehennem çukurlarından bir çukurdur.
Kıyamet hakkında bilgi verir misiniz?
Sözlükte “dikilmek, ayağa kalkmak, durmak ve canlıların Allah huzurunda saygıyla duracakları gün” anlamlarına gelen kıyâmet, dinî kavram olarak Yüce Allah’ın ezelde takdir ettiği zaman gelince, dünyadaki bütün canlıların ölmeleri ve bu dünya hayatının sona ermesidir.
Yine Kur’an’da kıyâmetin kesin olduğu ve yakın bulunduğu (İsra, 17/51) şiddet ve dehşeti hakkında bilgi verilmektedir. Kıyâmet ve onunla ilgili diğer haller iman konusunu da ilgilendirdiğinden bu hususa işaret eden âyetler daha çok Mekke’de nazil olmuştur. Bu âyetlerin bir kısmında konunun önemine dikkat çekmek için kıyâmet gününe yemin edilmektedir (Kıyâme, 75/1). Ay’ın ve Güneş’in bir araya toplanıp, insanın kaçacak yer arayacağı bildirilmekte (Kıyâme, 75/9-10), kıyâmetin büyük bir sarsıntıyla peş peşe iki kez geleceği, emzikli kadınların bile çocuklarını atacağı, göğün yarılıp, yıldızların dökülüp saçılacağı, insanın anasından, babasından, eşinden, çocuğundan kaçacağı, kabirlerin içindekilerini dışarı atacağı, dağların renkli pamuklara döneceği, herkesin yaptığının karşılığını -zerre kadar bile olsa- göreceği anlatılmaktadır (Hac, 22/1, 2; Kıyâme, 75/1, 15; Mürselât, 77/7, 19; Nebe’; 78/38, 40; Nâzi’at 6/9, 34, 42; Abese, 80/33, 42; Tekvîr, 81/1, 13; Mutaffifin, 83/1, 15; Zilzal, 99/1, 8; Kâri’a, 101/1, 11).
Kıyâmet İsrafil adındaki meleğin sura üfürmesiyle başlayacaktır. Buna nefha-i ulâ denir. Bunun olabilmesi için yeryüzünde hiçbir iyi insanın kalmaması gerekir. Bu hususta bir hadiste şöyle buyrulmuştur: “Kıyâmet ancak kötü insanlar ve kâfirler üzerine kopacaktır.” (Müslim, Fiten, 131) İsrafil ikinci kez sura üfürünce, bütün insanlar yeniden dirileceklerdir. Buna da ikinci nefha denilmektedir.
Kıyametin ne zaman kopacağı tamamen Allah’ın bilgisi dahilindedir. Dolayısıyla müminler için önemli olan kıyametin ne zaman kopacağı değil, bir gün mutlaka bunun gerçekleşeceğine inanmak ve ahiret hayatı için hazırlıklı olmaktır.
Ahiret inancının delilleri nelerdir?
Ahiret ve ahiretteki durumlar “gayb” yani duyular ötesi alana ait olduğu için gözlem ve deneye dayanan pozitif bilimlerin ilgi alanı dışında kalır. Ancak bu, ahiret inancının aklen temellendirilemeyeceği anlamına gelmez. Nitekim bazı ayetlerde ahiret inancına dair bilgiler verilirken aklî temellendirmelere dayanak teşkil edecek yaklaşımlar ortaya konulur. Söz gelimi, şu ayet, “İnsan, bizim, kendisini az bir sudan (sperm) yarattığımızı görmedi mi ki, kalkmış apaçık düşman kesilmiştir. Bir de kendi yaratılışını unutarak bize bir örnek getirdi. Dedi ki, “Çürümüşlerken kemikleri kim diriltecek? “ De ki: “Onları ilk defa var eden diriltecektir. O, her yaratılmışı hakkıyla bilendir.” (Yâsin, 36/78-79) bunun bir örneğidir. Aklî olarak düşünüldüğünde, insanı meniden yaratan Yüce Yaratıcı, ikinci kez elbette yaratacaktır.
Bu âlemin ve insanın sonradan var olduğu, âlemin kıyametten, insanın da ölümden sonra yaratılmasının Allah’a zor olmayacağı aklın kolayca kabul edeceği bir husus olarak görülmektedir. Zira bu âlemin bir sonunun olacağı, insanın da ölümlü olduğu aşikârdır. Allah’ın kudretine gelince, bu fiziki âlem onca büyüklüğü ve düzeni ile Yaratıcı’nın her şeye kudretinin yettiğini açıkça göstermektedir.
Bütün bunların yanında, İslam âlimleri ahiretin gerçekliğine dair birçok delil sırlamışlardır. Bunlardan bazılarına değinilebilir: a) Bütün Peygamberler kıyametten, insanların hesaba çekileceğinden, dünya hayatından sonra ayrı bir hayat kurulacağından, iyilerin cennette, kötülerin cehennemde kalacağından bahsetmişlerdir. İnsanlığın güven ve ahlak abidesi olan Peygamberlerin yalan söylemesi mümkün olmadığına göre bütün bunlar haktır, gerçektir. b) İnsandaki adalet duygusu, âhirete inanmayı zorunlu kılar. Esasen insanlardaki adalet duygusunun temeli de Allah’ın adil olmasıdır. Diğer taraftan görüyoruz ki bu dünyada herkes işlediği suçun cezasını tam anlamıyla çekmemekte, birtakım haksızlıklar meydana gelmektedir. O halde adaletin tam olarak gerçekleşeceği bir yerin yani ahiretin olması zorunludur. c) İnsandaki sorumluluk duygusu ahiretin varlığına inanmayı zorunlu kılar. Yüce Allah insanı, iyi ile kötüyü, doğru ile yanlışı, hayır ile şerri ayırt eden ve seçen bir varlık olarak yaratmış, bu seçiminden dolayı da sorumlu tutmuştur. İnsanın belli davranışlarından sorumlu olması bu sorumluluğunun karşılığını göreceği bir hayatı ve yurdu gerekli kılmaktadır. Bir âyette şöyle buyurulur: “Göğü, yeri ve ikisi arasındaki şeyleri biz boş yere yaratmadık. Bu, inkâr edenlerin zannıdır. Vay o inkâr edenlerin ateşteki haline! Yoksa biz, iman edip de iyi işler yapanları, yeryüzünde bozgunculuk yapanlar gibi mi tutacağız? Veya (Allah’tan) korkanları yoldan çıkanlar gibi mi sayacağız.” (Sâd 38/27-28) d) İnsandaki sonsuzluk ve ebedîlik isteği ve duygusu, âhirete inanmayı gerekli kılar. Zira insana bu isteği ve duyguyu veren Yüce Yaratıcı’dan başkası değildir. Madem bu isteği ve duyguyu vermiştir elbette bu istek ve duygunun karşılanacağı âlemi yani ahireti yaratacaktır.
Ölünün arkasından ağlanır mı?
Ölüm acı bir olay, insan da acıklı olaylar karşısında acısını yansıtan bir varlıktır. Dolayısıyla, ölüm sebebiyle bir insanın üzülmesi, hüzünlenmesi, kederli bir hâl alması normaldir. Hatta acısını açığa vurup sessizce ağlaması ve gözyaşı dökmesinde bir sakınca yoktur. Peygamberimiz (s.a.s.) de oğlu İbrahim’in, kızının ve kızının çocuğunun vefâtlarında bizzat gözlerinden yaşlar akıtarak ağlamış; kendisine, ağlamayı yasakladıkları hatırlatılınca, bunun yasak olan ağlama şekli olmayıp, gözyaşı dökmekle Allah’ın azap etmeyeceğini, ancak mübarek diline işaret ederek onunla azab edeceğini belirtmiş ve; “Muhakkak ki ölü, ehlinin üzerine bağırıp çağırmasıyla azap duyar.” (Buhârî, Cenâiz, 43) buyurarak ağlamakta mahzur olmadığını, ancak dille Allah’ın takdirine dil uzatmanın ve cahiliye döneminde olduğu gibi yaka-paça yırtarak ağlamanın doğru olmadığını beyan etmiştir. Nitekim onun, oğlu küçük İbrahim’in vefâtında gözlerinden yaşlar akıtması, sonra da; “Göz ağlar, kalp üzülür, fakat Rabbimizin razı olmayacağı söz söylemeyiz.” (Buhârî, Cenâiz, 32, 42, 43) buyurması bu konuda müminler için açık bir örneklik teşkil eder.
Ölümü temenni etmek caiz midir?
Bir mümin ne kadar sıkıntı çekerse çeksin ölümü temenni etmemelidir. Hz. Peygamber (s.a.s.) bir hadisinde şöyle buyurmuştur: “Sizden hiçbiriniz başına gelen bir sıkıntıdan ötürü ölümü asla temenni etmesin. Şayet ölümü istercesine olağanüstü bir darlık içinde kalırsa, o zaman şöyle desin: Allah’ım! Benim için yaşamak hayırlı olduğu müddetçe beni yaşat, benim için ölüm hayırlı olduğu vakit de beni öldür.” (Tirmizî, Kıyâmet, 26)
Kader değişir mi?
İnsan, kendisine bakan yönüyle kaderinin ne olduğunu bilmemektedir. Dolayısıyla insana düşen Allah’ın verdiği akıl, irade ve imkanlar çerçevesinde görevlerini en iyi şekilde yapma gayret içinde olmasıdır. Allah’a bakan yönüyle ise kader O’nun olmuş, olacak her şeyi bilmesidir. Esasen O’nun mutlak ulûhiyetinin gereği de O’nun her şeyi bilmesidir. Bu açıdan bakıldığında kaderin değişmesinden söz etmek Allah’ın ilminin değişmesinden söz etmek demektir; bu ise mümkün değildir. Dolayısıyla kaderde değişme bahis konusu olamaz. Ancak bazı İslam âlimleri Allah’ın dilemesi halinde kaderin değişebileceğini söylemiştir. Onlara göre, kader, Allah’ın takdiri, kaza ise bunun infazı demektir. Bazen Allah, atâ yani nimetlendirme, af ve mağfiret sayesinde kazayı bozabilir ve hükmünü gerçekleştirmez.
Kaderin değişebileceğini belirten âlimler kaderi, kader-i mutlak (mutlak kader) ve kader-i muallâk (şarta bağlanmış kader) diye ikiye ayırmışlardır. Değişmenin ilkinde değil, ikincisinde yani şarta bağlı kaderde olabileceğini kaydetmişlerdir. Onlara göre, sadakanın belayı def edeceğini, sıla-i rahim yapmanın ömrü uzatacağını belirten hadisler bunu teyit etmektedir. Bu ikinci kaderin Allah’ın ilmine bakan yönüyle düşünüldüğünde, yine bir değişikliğin olmadığını Allah’ın kulların şarta bağlı konularda nasıl davranacaklarını bildiğini, ancak insanları iyiliğe teşvik için bu rivayetlerin bulunduğunu ifade etmişlerdir.
“Allah böyle yazmış, ben ne yapayım? “ demek doğru mudur?
Kader ve kazâya inanmak iman esaslarındandır. Ancak insanlar kaderi bahane ederek, kendilerini sorumluluktan kurtaramazlar. Bir insan “Allah böyle yazmış, alın yazım buymuş, bu şekilde takdir etmiş, ben ne yapayım? “ diyerek günah işleyemeyeceği gibi, günah işledikten sonra da kendisini suçsuz gösteremez, kaderi mazeret olarak ileri süremez. Çünkü bu fiiller, insanlar böyle tercih ettikleri için, bu seçime uygun olarak Allah tarafından yaratılmışlardır. Burada dileyen, tercih eden, isteyen kuldur; yaratan da Allah’tır. Kul sorumluluk doğuran fiilleri irade edendir ama yaratan değildir; zira yaratmak Allah’a mahsustur. Kur’an-ı Kerim’de: “Allah her şeyin yaratıcısıdır.” (En’am, 6/102) buyrulmaktadır. Her şeyin yaratıcısının Allah olması bizim kötü ve yanlış işleri, sorumluluktan kaçarak Allah’a havale etmemize yol açmamalıdır. Bu kaderi istismar etmek olur. Ayrıca kader ve kazâya güvenip çalışmayı bırakmak, olumlu sonucun sağlanması ya da olumsuz sonuçların önlenmesi için gerekli sebeplere sarılmamak ve tedbirleri almamak, İslâm’ın kader anlayışı ile bağdaşmaz. Allah her şeyi birtakım sebeplere bağlamıştır. İnsan bu sebepleri yerine getirirse Allah da o sebeplerin sonucunu yaratacaktır. Bu da bir ilâhî kanundur ve bir kaderdir. Sonuç olarak insanların, “Ben ne yapayım, kaderim böyle.” demesi doğru değildir.
Belalar ve musibetler kader midir?
Belaları ve musibetleri üç gurupta değerlendirmek gerekir.a.) İnsan iradesinin söz konusu olmadığı belalar ve musibetler (depremler, engelli olarak doğmak gibi). b) İnsan iradesinin kısmen söz konusu olduğu belalar ve musibetler (kısmen kabahatli olduğumuz trafik kazaları gibi). c) İnsan iradesinin söz konusu olduğu belalar ve musibetler (alkollü araç kullanarak sebebiyet verilen kazalar, dikkatsizlik ve tedbirsizlik sonucu maruz kalınan hastalıklar gibi). Allah’ın ilmine bakan boyutuyla bunların hepsi kader olmakla birlikte, ilki ve belli oranda ikincisi terim anlamıyla da kaderdir. Bu çeşit bela ve musibetler sabretmek şartıyla günahlara kefaret olduğu gibi Allah katında daha yüksek derece almaya da vesiledir. Sonuncusu ise insanların hatasından kaynaklandığı için, ilahi ilim açısından kaderin dışında olmamakla beraber insanlar bundan sorumludur. Mümine düşen her çeşit bela ve musibetlerden Allah’a sığınmak, fakat eğer bunlara maruz kalınırsa sabretmek ve kadere inanarak teselli bulmaktır. Şunu unutmamak gerekir ki Allah sonsuz rahmet ve inayet sahibidir. Dolayısıyla musibete maruz kalan bir kimseyi, sabretmesi şartıyla büyük mükâfatlara nail kılacaktır. Ayrıca Allah insanları imtihan ettiği için, dilerse birtakım bela ve musibetler verebilir. İnsanlar bu durumda kulluklarının gerektirdiği tutum içinde olmalıdırlar.
“Hayır ve şer Allah’tandır” ne demektir?
“Hayır ve şer Allah’tandır”, demek bunları yaratan Allah’tır, demektir. Çünkü Yaratıcı O’dur ve O’ndan başka yaratıcı yoktur. Kula bakan yönüyle ise hayrı ve şerri irade eden, tercih eden kuldur. Bundan dolayı da insanlar hayır ve şer, iyi ve kötü bütün davranışlarından sorumludur.
Başka bir ifadeyle, “âmentü”de ifade edildiği üzere her Müslüman kadere, hayır ve şerrin Allah’tan olduğuna inanır. Yani âlemlerin yaratıcısı olan Allah Teâlâ hayrı da şerri de irade eder ve yaratır. Çünkü âlemde her şey onun irade, takdir ve kudreti altındadır. Âlemde ondan başka gerçek mülk ve kudret sahibi, tasarruf yetkisi olan bir başka varlık yoktur. İnsan, hayrı da şerri de kendi iradesi ile kazanır. Allah’ın hayra rızâsı vardır, şerre ise yoktur. Hayrı seçen mükâfat, şerri seçen ceza görecektir. Şerrin Allah’tan olması, kulun fiilinin meydana gelmesi için Allah’ın tekvînî iradesinin ve yaratmasının devreye girmesi demektir. Yoksa Allah kulların kötü filleri yapmalarından hoşnut olmaz, şerri emretmez, şerre teşrîî (dinî) iradesi yoktur.
Diğer taraftan İslam âlimlerine göre, Allah’ın şerri irade edip yaratması kötü ve çirkin değildir. Fakat kulun şer işlemesi, şerri kazanması, şerri tercih etmesi ve şerle nitelenmesi kötüdür ve çirkindir. Meselâ usta bir ressam, sanatının bütün inceliklerine riayet ederek, çirkin bir adam resmi yapsa, o zatı takdir etmek ve sanatına duyulan hayranlığı belirtmek için “ne güzel resim yapmış” denilir. Bu durumda resmi yapılan adamın çirkin olması, resmin de çirkin olmasını gerektirmemektedir. Yüce Allah mutlak anlamda hikmetli ve düzenli iş yapan yegâne varlıktır. Onun şerri yaratmasında birtakım gizli ve açık hikmetler vardır. Canlı ölüden, iyi kötüden, hayır şerden ayırt edilebilsin diye, Allah eşyayı zıtlarıyla birlikte yaratmıştır. Ayrıca insana şer ve kötü şeylerden korunma yollarını göstermiş, şerden sakınma güç ve kudretini vermiştir. Dünyada şer olmasa hayrın mânası anlaşılamaz, bu dünyanın bir imtihan dünyası olmasındaki hikmet gerçekleşemezdi. Şer Allah’ın adalet ve hikmeti gereği veya kendisinden sonra gelecek bir hayra vasıta ve aracı olmak ya da daha kötü ve zor bir şerri defetmek için yaratılmıştır.
Öte yandan Allah’ın kudreti ile meydana gelen her işte ya kendimiz, ya başkaları, ya da toplum için birtakım faydalar bulunabilir. Bir şeyin şer olması bize göredir. Bir âyette bu husus şöyle açıklanmaktadır: “Umulur ki, hoşlanmadığınız bir şey sizin için hayırdır. Ve yine umulur ki, sevdiğiniz bir şey de sizin için şerdir. Siz bilmezsiniz, Allah bilir.” (Bakara, 2/216)
Tevekkül ne demektir, kader ile ilişkisi nedir?
Sözlükte güvenmek, dayanmak, işi başkasına havale etmek anlamlarına gelen tevekkül terim olarak, hedefe ulaşmak için gerekli olan maddî ve mânevî sebeplerin hepsine başvurduktan ve yapacak başka bir şey kalmadıktan sonra Allah’a dayanıp güvenmek ve ondan ötesini Allah’a bırakmak demektir. Meselâ bir çiftçi önce zamanında tarlasını sürüp ekime hazırlayacak, tohumu atacak, sulayacak, zararlı bitkilerden arındırıp ilâçlayacak, gerekirse gübresini de verecek, ondan sonra iyi ürün vermesi için Allah’a güvenip dayanacak ve sonucu O’ndan bekleyecektir. Bunların hiçbirisini yapmadan “Kader ne ise o olur” tarzında bir anlayış tembellikten başka bir şey değildir ve İslâm’ın tevekkül anlayışıyla bağdaşmaz.
Tevekkül, Müslümanların kadere olan inançlarının tabii bir sonucudur. Tevekkül eden kimse Allah’a kayıtsız şartsız teslim olmuş, kaderine razı bir kimsedir. Fakat kadere inanmak da tevekkül etmek de tembellik, gerilik ve miskinlik demek olmadığı gibi, çalışma ve ilerlemeye mâni de değildir. Çünkü her Müslüman olayların, ilâhî düzenin ve kanunların çerçevesinde, sebep-sonuç ilişkisi içerisinde olup bittiğinin bilincindedir. Yani tohum ekilmeden ürün elde edilmez. İlâç kullanılmadan tedavi olunmaz. Sâlih ameller işlenmedikçe Allah’ın rızâsı kazanılmaz ve dolayısıyla cennete girilmez. Öyleyse tevekkül, çalışıp çabalamak, çalışıp çabalarken Allah’ın bizimle olduğunu hatırdan çıkarmamak ve sonucu Allah’a bırakmaktır.
Yüce Allah bir âyette “Kararını verdiğin zaman artık Allah’a dayanıp güven. Çünkü Allah, kendisine dayanıp güvenenleri sever.” (Âl-i İmrân, 3/159) buyurmuş, müminlerin bir başka varlığa değil, yalnızca kendisine güvenmelerini emretmiş, çünkü tevekkül edene kendisinin yeteceğini bildirmiştir (Âl-i İmrân, 3/122, 160; Mâide 5/11; Tevbe 9/51; İbrâhim 14/11; Teğabün, 64/13; Talâk, 65/3). Hz. Peygamber (s.a.s.) de devesini salarak tevekkül ettiğini söyleyen bedevîye “Önce deveni bağla, Allah’a öyle tevekkül et.” (Tirmizî, Kıyamet, 60) buyurarak tevekkülden önce tedbirin alınması için uyarıda bulunmuştur.
Hanefi mezhebi hakkında bilgi verir misiniz?
Kurucusu Ebû Hanife’ye nisbetle anılan Hanefîlik günümüzde de en fazla bağlısı bulunan fıkıh mezhebidir.
Hanefî mezhebinin kurucusu Ebû Hanife 80/699 yılında Kûfe’de dünyaya gelmiştir. Babası kumaş tüccarı olan Ebû Hanîfe bir taraftan baba mesleğini sürdürürken diğer yandan Kûfe’de birçok alimden ders alarak yetişmiştir. 18 yıl fıkıh dersi gördüğü Hammad b. Ebî Süleyman onun en önemli hocasıdır. Hocası Hammad’ın vefatından sonra Kûfe’de onun ders kürsüsüne oturmuştur. 30 yıl kadar süren ders halkasına katılan talebe sayısının 4000’i aştığı ve bunlardan en az 40 kadarının içtihad derecesine ulaştığı kabul edilmektedir.
Emeviler ve Abbasiler devrini yaşayan Ebû Hanîfe bu çalkantılı dönemlerde birçok sıkıntılara maruz kalmış, kendisine teklif edilen devlet görevlerini kabul etmemiştir. Kûfe’de derslerini sürdüren Ebû Hanîfe, halife Ebû Cafer el-Mansur tarafından aralarındaki anlaşmazlık sebebiyle hapse atılmıştır. Hapiste öldüğüne dair bilgiler nakledilmekle birlikte, sürgün hayatı yaşadığı Kûfe’deki evinde h. 150/767 yılında vefat etmiştir.
Birçok menakıb kitabında kendisinin sahabeden kimselerle görüştüğü ve tabiundan olduğu zikredilmektedir. Ebû Hanîfe künyesiyle ilgili olarak kaynaklarda daha çok, “Hanîfe”nin o zaman Irak’ta bir çeşit divit olduğu ve Ebû Hanîfe’nin yanında çoğu zaman divit taşıdığından dolayı bu künyeyle anıldığı zikredilir. Bunun yanında hanîfenin boyun eğen ve dini Allah’a özgüleyen anlamında “hanif” kelimesinin müennesi olduğu veya Ebû Hanîfenin Hanîfe isminde bir kızı olduğu rivayetleri de kaynaklarda geçmektedir. Ancak Ebû Hanîfe’nin kaynaklarda Hammad isimli oğlu haricinde kız veya erkek başka bir çocuğunun varlığından söz edilmez.
Ebû Hanife Abdullah İbn Mes’ud’dan kendisine kadar gelen dönemdeki Irak rey ekolüne mensup âlimlerin mirasını bir içtihat meclisi niteliğindeki ders halkalarında geliştirip sistematik hale getirerek daha sonra İslam âleminde bağlısı en fazla olacak fıkıh mezhebinin ilk temellerini atmıştır. Hanefî mezhebinde Ebû Hanife’nin ders halkalarında yetişen Ebû Yusuf, Muhammed ve Züfer gibi âlimlerin son derece önemli yeri vardır. Zira bu ilk nesil mezhep âlimleri kendisinden çok fazla kitabın naklolunmadığı Ebû Hanife’nin görüşlerini tedvin ederek, mezhebin görüşlerinin yazılmasında ve sistematik hale getirilmesinde büyük rol oynamışlardır.
İlk nesil âlimlerinin ve bunu takibeden bir iki asırlık zamandaki Tahâvî, Kerhî, Cessâs, Kudûrî ve Debûsî gibi alimlerin önemli katkılarıyla mezhep tam olarak oluşmuş ve İslam aleminin değişik yerlerinde görüşleri hızla yayılmıştır. Ebû Yusuf’un Abbasiler devrinde kadı’l-Kudat’lık makamında bulunması mezhebin resmi bir nitelik kazanmasına sebep olmuş, aynı şekilde İslam tarihindeki en uzun ömürlü devletlerden Osmanlı Devleti’nin de resmi mezhebinin Hanefî mezhebi olması mezhebin yayılmasına hizmet etmiştir.
Hanefî mezhebi meselelerin çözümünde nasların yanında reye de yer vermesi, böylece naslar ile rey arasında makul bir denge kurmaya çalışması, istihsan metoduna sıklıkla başvurması gibi özellikleriyle diğer mezheplerden ayrılmaktadır. Hanefî mezhebinde diğer mezheplerden farklı olarak mezhep kitaplarında, farazî fıkıh meselelerine de yer verilerek teorik fıkhın ve fıkıh biliminin metodolojisi olan fıkıh usûlünün gelişmesine büyük katkı sağlanmıştır.
Ana hatlarıyla ifade etmek gerekirse günümüzde Türkiye, Balkanlar, Bosna-Hersek, Ukrayna, Kırım, Azerbaycan, Kafkasya, Kazan, Ofa, Ural, Sibirya ve Türkistan Türkleri, Çin, Mançurya ve Japonya Müslümanları, Afganistan, Horasan, Belûcistan, Siyam (Tayland), Hint, Keşmir, Pakistan ekseriyetle Hanefî’dir. Yemen, Hicaz, Mısır. Filistin, Cezayir ve Tunus’ta Hanefî’lerin sayısı oldukça az, Etiyopya, Suriye ve Irak’ta ise nispeten daha fazladır. (Geniş bilgi için TDV. İslam Ansiklopedisi’nin “Hanefî Mezhebi” maddesine bakılabilir.)
Mezhep nedir?
Mezhep sözlükte “gitmek, gidilen yer, yol” anlamına gelir. Terim olarak ise şöyle tanımlanmıştır: “Dinin inanç esaslarını veya amelî hükümlerini anlama ve yorumlama konusunda kendine özgü yaklaşımlara sahip düşünce bütünü, bu yaklaşımlar etrafında meydana gelen ekolleşme, ekolleşmelerin ürünü olan ilmî birikim.”
Mezhepler tarihi ilmi açısından “İslâm mezhepleri” bu dinin tarihinde ortaya çıkan düşünce, inanç, fıkıh ve siyaset alanındaki zümreleşmeler olarak açıklanmış ve mezhep “İslâm dininin anlaşılma, yorumlanma hatta bir çeşit düşünce ekolleri” olarak anılmıştır.
Mezhep asla bir din olmadığı gibi mezhep kurucusu kabul edilen imam veya müçtehit de hiçbir şekilde bir din koyucusu veya tebliğcisi değildir. Yüce Allah tarafından konulan ve Hz. Muhammed (s.a.s.) tarafından tebliğ edilen İslam dininin gerek inanç, gerekse fıkıh alanına giren meselelerini delilleriyle birlikte ele alıp bunlara ilişkin yorum ve çözümler getirme ihtiyacı karşısında, delillerden hüküm çıkarma yeterliliğine sahip bilginler birbirinden farklı görüşler ortaya koymuşlardır.
Genellikle fıkıh mezhepleri, kurucularının isimleri ile anılır. Hanefi mezhebi, Şafii mezhebi gibi. Akaid mezhepleri ise Havâriç, Mu’tezile gibi belli topluluklara izafe edildiği gibi kurucusuna izafetle de anılmıştır: Matirîdî, Eş’arî gibi.
Eşlerin farklı fıkhî mezheplere mensup olması evliliğe engel teşkil eder mi?
Evlilik “karı koca arasında birlikte yaşama hakkı tanıyan, taraflara karşılıklı hak ve sorumluluklar yükleyen bir akittir.” Evliliğin taraflar, icap ve kabul, şahitler, mehir gibi birçok kendine özgü unsur ve şartları bulunmaktadır. Bu gibi şartlarda bir eksiklik yoksa mezhep farklılığı evlenmeye mani değildir. İki farklı mezhepteki insan evlenebilir ve evlilik hayatı boyunca farklı mezheplere bağlı olarak evliliklerine devam edebilirler.
Ancak evlilik hayatı ölüme kadar devam eden bir birliktelik ve hayatı paylaşma olduğu için eşlerden biri, dini bir zorunluluk olmamakla beraber, aile hayatında daha uyumlu olmak ve mezhep farklılığından kaynaklanan birtakım problemleri aşmak için diğerinin mezhebine geçebilir.
Şafiî mezhebi hakkında bilgi verir misiniz?
Kurucusu İmam Şafii’ye nisbetle anılan Şafiî mezhebi Hanefî mezhebinden sonra en fazla bağlısı olan fıkıh mezhebidir.
Şafiî mezhebinin kurucusu İmam Şafiî Hicrî 150/767 yılında Gazze’de doğmuştur. Küçük yaşta babasını kaybeden İmam Şafiî devrinin değişik ilim merkezlerinde tahsil gördü. Rey ekolünün karşısında hadis ekolünün temsilcisi olan İmam Şafiî, İmam Malik, Ahmed b. Hanbel ve İmam Muhammed gibi birçok diğer mezhep imamlarıyla da görüşüp onlardan istifade etme imkânı bulmuştur.
İmam Şafiî ilk önce Bağdat’ta fıkhî görüşlerini ortaya koymuş ve bu görüşler Şafiî mezhebinde imamın eski görüşlerini ifade etmek için “eski mezhep” diye anılmıştır. Daha sonra Hicrî 200 yılında Mısır’a göç eden İmam Şafiî burada sonraları “yeni mezhep” diye anılacak görüşlerini ortaya koymuştur. İmam Şafiî ilk olarak fıkıh usulüne dair görüşlerini içeren er-Risale isimli eserini kaleme alarak fıkıhtaki usulünü ortaya koymuştur. İmam Şafiî’nin el-Hucce isimli eseri eski mezhebine ait görüşlerini, el-Ümm ise yeni mezhebine ait görüşlerini içermektedir. İmam Şafiî Hicrî 204 yılında Mısır’da vefat etmiş ve orada Karafe denilen yere defnedilmiştir.
Şafiî mezhebi hadis ve kıyasa meselelerin çözümünde büyük önem vermiştir. Hanefîlerin sıkça kullandığı istihsan ve Malikilerin kullandığı maslahat ilkesini işletmemiş ve bu iki delilin fıkhî meselelerin çözümünde kullanılmasına karşı çıkmıştır. Şafiî mezhebinde sahabe kavlinin de önemli bir yeri bulunmaktadır. Başka bir delilin bulunmadığı yerde sahabe kavli de Şafiî mezhebinde delil olarak kabul edilmiştir.
Şafiî mezhebinin yayılmasında Eyyubîler’in ve yargıçların dört mezhebe göre atanmasını emretmekle beraber Şafiî mezhebine daha fazla önem veren Memluk sultanı Baybars’ın önemli katkıları olmuştur.
Hanefî mezhebinden sonra en fazla bağlısı bulunan Şafiî mezhebi Mısır, Irak, Endonezya adaları, Suriye, Ürdün başta olmak üzere günümüzde Anadolu’nun doğusu, Kafkasya, Azerbaycan, Hindistan, Filistin, Seylan ve Malaya Müslümanlarının ekserisini teşkil etmektedir.
Farklı mezhepten olan imamın arkasında kılınan namaz geçerli midir?
Herhangi bir fıkıh mezhebine bağlı olan kişi, başka mezhepten olan bir imamın arkasında namazını kılabilir. İmamla cemaat arasındaki mezhep farkı, namazın sıhhatine engel teşkil etmez. İmama uyan kişi de imamın, kendi mezhebindeki namaz için gerekli şartları yerine getirip getirmediğini araştırmakla sorumlu değildir. Ancak imama uyan kişi imamın kendi mezhebine göre abdesti olmadığını kesin olarak biliyorsa Hanefî ve Şafiî mezhebine göre bu kişinin o imama uyarak kılacağı namaz sahih olmaz. Örneğin burnu kanadığı halde abdest almadan namaz kıldıran bir Şafiî’nin arkasında Hanefî mezhebinden birinin kıldığı namaz geçerli değildir.
Malikî ve Hanbelî mezhebine göreyse imamın namazı kendi mezhebine göre sahih oluyorsa, imama uyan kişinin mezhebine göre sahih olmasa dahi, ona uyan kişinin namazı geçerlidir. Zira onlara göre önemli olan imamın namazının kendi mezhebine göre sahih olmasıdır. Örneğin Malikî veya Hanbelî birisinin, başının tamamını mesh etmemiş dahi olsa bir Hanefî veya Şafiî imamın arkasında kıldığı namaz geçerlidir.
Kadıyânîlik/Ahmedîlik hakkında bilgi verir misiniz?
Kadıyânîlik, on dokuzuncu asırda Mirza Gulam Ahmed’in fikirleri etrafında Hindistan’da oluşup, ardından Avrupa’nın değişik yerlerinde kendine taraftar bulan çağdaş bir dini akımdır.
Mensuplarının Ahmedîye ismini benimsemesine rağmen, hareket, kurucusunun doğduğu yere nispetle Kadıyanîlik şeklinde meşhur olmuştur. Hayatı incelendiğinde istikrarlı bir görüntü vermekten uzak olan Mirza Gulam’ın çocukluk yılları, Kadiyan’da geçmiştir. İlk dönemlerde İngiliz ve Hinduları eleştiren yazılar kaleme alan Gulam Ahmed daha sonraları, İngilizlere karşı silahlı mücadelenin gereksizliğini ve cihadın savaş yoluyla değil fikir mücadelesi şeklinde gerçekleştirilmesini savunmuştur.
İlk başlarda Ehl-i Sünnetin temel inançlarının dışına çıkan fikirler ileri sürmekten sakınan Gulam Ahmed, aşamalı olarak önce kendisinin, müceddid, ardından mehdi, ardından gölge Peygamber, daha sonra Müslümanlar için mehdi diğer din mensupları için Mesih olduğunu iddia etmiştir. İçinde bulunduğu şartlara göre söylemlerini değiştiren ve bulunduğu durumdan istifade etmeyi amaçlayan Gulam Ahmet, 1908 yılında vefat etmiştir.
Hareket, Gulam Ahmed’den sonra Kadıyan Kolu ve Lahor Kolu şeklinde ikiye ayrılmıştır. Daha katı görüşlere sahip olan Kadıyan Kolu, Gulam Ahmed’in Peygamberliğini savunduğu için Müslüman âlimler tarafından İslam dışı olarak görülmüştür. Nisbeten ılımlı görüşlere sahip olan Lahor Kolu ise Gulam Ahmed’in Peygamber değil, müceddid olduğunu ileri sürdüğü için İslam dairesi dışında değerlendirilmemiştir.
Müslüman yazarlar hareketin İngilizler tarafından kurulduğunu ve desteklendiğini ifade etmişlerdir
Avrupa’da güçlü Teşkilatlar kuran hareket, İngiltere, Hollanda, Almanya, Danimarka, İspanya, Güney Amerika, ABD, Asya ve Pasifik Adaları ve Afrika’da da bürolar açmıştır.
Malikî mezhebi hakkında bilgi verir misiniz?
Kurucusu İmam Malik’e nisbetle anılan Malikî mezhebi Medine merkezli ve Hicaz fıkhının sistematik bir hale getirilmesiyle ortaya çıkan fıkıh mezhebinin adıdır.
Malikî mezhebinin kusucusu İmam Malik 93/711 yılında Medine’de doğmuş 179/795 yılında aynı şehirde vefat etmiştir. Medine’de döneminin seçkin âlimlerinden ders alan İmam Malik belli bir süre sonra Peygamber mescidinde dersler okutmaya başlamıştır.
Hayatı boyunca hep Medine’de kalan İmam Malik’in fıkhının yapısında bu şehrin çok önemli bir yeri vardır. O diğer mezheplerden ayrı olarak Medine halkının amelini hüküm çıkarmada bir delil olarak kullanır. Maliki mezhebinin oluşmasında İmam Malik’in Mescid-i nebi’de yaptığı derslerin büyük önemi bulunmaktadır. Derslerinde Ebû Hanife’nin ders halkasının aksine, öğrencileriyle meseleleri tartışma ve fikir alışverişinde bulunma yerine sadece bilgi verme anlatma metodunu uygulamıştır. Bu nedenle devrinde mezhep tam sistematik hale gelememiş, bunu öğrencileri yapmıştır.
İmam Malik’in, ders halkalarında ve Muvatta’ında takip ettiği metoda göre gittikleri yerlerdeki fıkhî problemleri çözmeye çalışan talebeleri Malikî mezhebini sistematik bir hale getirip, mezhebin görüşlerini ve usulünü kaleme almışlardır. Maliki mezhebi hadislerin yanında, maslahatı, istihsanı ve istıshabı da fıkhî meseleleri çözerken dikkate almıştır.
Sahnun’un el-Müdevvene isimli eseri Malikî fıkhındaki en önemli eserdir. Zira Muvatta’yı bizzat İmam Malik kaleme almış olmasına rağmen bu kitap fıkıh sistematiğine göre kaleme alınmamıştır. Bu nedenle bütün fıkhî konuları içermemektedir. Ancak el-Müdevvene İmam Malik’in ve mezhebin önemli müçtehit alimlerinin fıkhî görüşlerini sistematik bir tarzda işlemektedir.
Malikî mezhebi daha çok İmam Malik’in talebeleri vasıtasıyla Mısır, Kuzey Afrika ve Endülüs’te yayılmıştır. Bugün de Afrika’nın kuzeyi ve batısındaki Libya, Trablus, Tunus, Cezayir, Fas, Merakeş, Sudan ve Afrika sahillerinin çoğunluğu Malikî olup, Irak, Suriye, Hicaz ve yukarı Mısır’da da bu mezhebin bağlıları bulunmaktadır.
Hanbelî mezhebi hakkında bilgi verir misiniz?
Kurucusu Ahmed b. Hanbel’e nisbet edilen Hanbelî mezhebi, diğer üç önemli fıkıh mezhebinin tarihi olarak sonuncusudur.
Mezhebin kurucusu Ahmed b. Hanbel Hicrî 164/780 yılında Bağdat’ta dünyaya gelmiş 241/855 yılında doğduğu yer olan Bağdat’ta vefat etmiştir. Devrinin önemli alimlerinden ilim tahsil eden Ahmed b. Hanbel özellikle hadis ilmiyle meşgul olmuştur. Bu nedenle uzak yerlere hadis rivayeti için hadis yolculukları yapmıştır. Daha sonra bu yolculukların neticesinde ulaştığı rivayetleri meşhur kitabı Müsnedinde bir araya getirmiştir. İmam Şafiî’den uzun yıllar ders alan Ahmed b. Hanbel, Hanefî mezhebinin önemli müçtehitlerinden Ebû Yusuf’tan da istifade etme imkanı bulmuştur.
Hayatındaki önemli olaylardan bir tanesi de Hâlife Me’mûn’un ortaya attığı Kur’an’ın mahlûk olduğu fikrini savunmadığı gerekçesiyle işkenceye tabi tutulmasıdır. Fetva ve mezhebiyle ilgili usulü yazmaktan ziyade topladığı hadisleri yazmış ve mezhebinde de daha çok senedi sahihse hadislerle amel etmiştir. Yeri geldiğinde istihsanla da amel eden Hanbelîler sedd-i zerayi prensibini en fazla çalıştıran mezhep mensuplarıdır.
Mezhebin gelişmesine Hanbelî fıkhının önemli âlimlerinden İbn-i Teymiyye’nin büyük katkısı olmuştur. Bugün Suudi Arabistan ve çeşitli körfez ülkelerinde Hanbelî mezhebi İbn-i Teymiyye tarafından yapılmış yorumu çerçevesinde yaşanmaktadır.
Hanbelî mezhebi diğer üç önemli fıkıh mezhebinden sonra ortaya çıkmasının da tesiriyle bağlısı en az olan fıkıh mezhebidir. Bugün Suudi Arabistan başta olmak üzere Irak, Suriye, Filistin ve Mısır’da Hanbelî mezhebinin bağlıları bulunmaktadır.
Dövme yaptırmak, abdeste veya gusle engel midir? Kalıcı dövme ile geçici dövmenin bu konudaki hükmü aynı mıdır?
Dövme yani vücuda iğneler batırarak deri altına boya zerk etmek sureti ile deri üzerinde çeşitli şekiller oluşturmak dinimizce yasaklanmıştır. Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: “Dövme yapan ve yaptıran kadınlara, kaş ve yüzlerinden tüy yolan ve yolduranlara, dişlerini seyreltip inceltenlere ve bu şekilde Allah’ın yarattığı şekli değiştirenlere Allah lânet etmiştir” (Buhârî, Libâs, 87; Müslim, Libâs, 120).
Dövme yaptırmak yasaklanmış olmakla birlikte, deri üzerinde suyun alta ulaşmasına engel olacak bir tabaka oluşturmadığı için gusül ve abdeste engel değildir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, Beyrut, 1421/2000, I, 330).
Vücudunda dövme bulunan bir kimse mümkünse, sağlığına zarar vermeyecek yöntemlerle onu ortadan kaldırmalıdır. Bu mümkün olmazsa Allah’tan bağışlama dilemesi, yaptığına pişmanlık duyması gerekir.
Yapıştırma yöntemi ile deri üstüne yapılan geçici ‘dövme’ ise suyun deriye ulaşmasına engel olacağından gusül ve abdeste engel olur.
Ayakta idrar yapmanın hükmü nedir?
Hz. Peygamber (s.a.s.)’in küçük abdest bozma konusundaki davranışları ile ilgili rivayetler, küçük abdesti (bevli) çömelerek yapmanın İslâm adabından olduğunu göstermektedir. Dolayısıyla bir engel olmaması halinde ayakta idrar yapmak tenzihen mekruh kabul edilmiştir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtar, I, 229). Zira ayakta idrar yapılırken idrar serpintisinde korunmak güçtür. Oysaki Peygamber Efendimiz (s.a.s.) idrardan sakınmayı emretmiş; kabir azabının çoğunun idrar serpintisinden dolayı olacağını haber vermiştir (Buhârî, Vudû 55, 56; İbn Mâce, Tahâra 26).
Kişi, çömelmekte zorlanır ya da abdest bozacağı yer çömelmeye uygun olmazsa üzerine idrar sıçratmamaya özen göstererek ayakta idrar yapabilir.
Üzerinde kan, idrar vb. necâset bulunan kimse namaz kılabilir mi?
Namaz kılan kimsenin vücut, elbise ve namaz kılacağı yerde necâset yani pislik bulunmaması, namazın şartlarından biridir. Bunlar belirlenen ruhsat miktarlarını aşması halinde namazın sıhhatine/ geçerliğine engel olur.
Necasetler, necâset-i ğalîza ve hafîfe olarak iki kısımdır:
Necâset-i ğalîza; ağır necâset anlamına gelmekte olup insan dışkı ve idrarı, kan, irin, kusmuk, şarap, leş, eti yenmeyen hayvanların dışkı, idrar ve salyaları, kümes hayvanlarının pislikleridir. Giysilerde, bedende veya namaz kılınacak yerde bu pisliklerden birinden, katı ise bir dirhemden (2, 08 gr. ) fazlası; sıvı ise avuç içinden/ el ayasından fazla bir alanı kaplayacak miktarı namazın sıhhatine engel olur.
Necâset-i hafîfe; hafif necaset anlamına gelmektedir. Kümes hayvanları dışındaki eti yenen ehlî hayvanların dışkı ve idrarları ile kuşların pislikleri bu tür necasettendir. Bunların beden veya elbisenin 1/4 ‘inden fazlasına bulaşması halinde namaz sahih olmaz. Bu miktarlardan az olan ise namaza mani değildir. Fakat bu pislikleri tamamen temizlemek mümkünse bunlarla namaz kılmak mekruhtur (İbn Âbidîn, Reddu’l-muhtâr, I, 209-210).
Kadınların başlarının açık olması abdestlerine zarar verir mi?
Müslüman hanımların tesettür/örtünme kurallarına riayet etmeleri farzdır (Nur, 24/31, 60; Ahzab, 33/33, 53-55, 59). Ergenlik çağından itibaren müslüman bayanların namahrem (kendileriyle evlenebileceği) erkeklerin bulunduğu yerlerde ve evlerinden dışarı çıkarken başlarını örtmeleri dini bir gerekliliktir. Ancak bu kurallara riayet etmemek, örneğin başı açık olarak gezmek, abdesti bozmaz. Abdesti bozacak durumlardan biri meydana gelmedikçe almış olduğu abdestle namaz kılabilir.
Diş doldurtmak veya kaplatmak abdest ve gusle engel olur mu?
Tedavi amacıyla diş doldurmak veya kaplatmak caiz olup abdest ve guslün sıhhatine engel teşkil etmez. Ancak çıkarılıp takılabilen/sabit olmayan dişlerin gusül abdesti esnasında ağzı yıkarken (mazmaza) çıkarılması gerekir.
Diş dolgusu yapıldıktan ve dolguyu korumak için üstü de kaplandıktan sonra, dolgu ve kaplamanın dışı, dişin dış kısmı hükmünü alır. Bu sebeple, ağız yıkanınca, kaplama yapılan dişler de yıkanmış sayılır. Bu nedenle kişi, gerektiğinde tedavi amaçlı olarak dişlerine dolgu veya kaplama yaptırabilir ve abdest ya da gusül alıp, ibadetlerini yapabilir. Yapılan bu işlem tedavi amaçlı ve zorunlu olduğundan, mezhepler arasında bir ihtilaf söz konusu değildir.
Diş dolgusu veya kaplaması konusundaki ihtilaflar, guslün veya abdestin geçerli olup-olmayacağı konusuyla alakalı bir durum değildir. Çıkan dişin yerine bağlandığında kullanılan tel veya başka bir madde, çok sıkı bağlanacağı için, suyun altına girmesine engel olur. Buna rağmen fukahâ, kopan dişi yerine bağlatmanın caiz olduğunda görüş birliği içindedirler.
Abdest nasıl alınır?
Abdest, “belli organları usulüne uygun olarak su ile yıkamak ve bazılarını da ıslak el ile mesh etmek” şeklinde tarif edilir (Merğînânî, el-Hidâye, I, 12).
Abdestle ilgili olarak Kur’an-ı Kerîm’de, “Ey iman edenler! Namaza kalktığınızda yüzlerinizi, dirseklere kadar kollarınızı yıkayın, başınızı meshedin ve topuklara kadar ayaklarınızı yıkayın. Eğer su bulamazsanız temiz toprakla teyemmüm edin” (Mâide, 5/6) buyrulur. Hz. Peygamber (s.a.s.) de hem abdestin nasıl alınacağını müslümanlara fiilî olarak göstermiş (Merğînânî, el-Hidâye, I, 13) hem de abdestsiz olarak kılınacak hiçbir namazın Allah katında kabul olunmayacağını belirtmiştir (Buhârî, Vudû 2; İbn Mâce, Tahâret, 47).
Abdestin bu ayette ifadesini bulan dört farzında sünnî fıkıh mezhepleri ittifak etmişlerdir. Ancak Hanefî mezhebinin dışında kalan diğer üç sünnî mezhebin bunlara bazı şartlar ilâve ettiği görülür. Meselâ abdeste niyet etmek bu üç mezhebe göre, abdeste başlarken besmele çekmek Hanbelîler’e göre, dört farzın âyette sayılan sıraya uygun yapılması (tertîp) Şâfiî ve Hanbelîler’e göre, bu işlemlerin ara verilmeden yapılması (muvâlât) Mâlikî ve Hanbelîler’e göre, farzdır.
Dört mezhebin farz saydığı hususları da içerecek şekilde sünnet ve âdâbına (Buhârî, Vudû, 8; Ebû Dâvûd, Taharet, 65) riayet edilerek, abdest şöyle alınır:
Niyet ve besmele ile abdeste başlanıp önce eller bileklere kadar ve parmak araları da ovuşturularak üç defa yıkanır. Varsa deri üzerindeki hamur, boya, sakız gibi maddeler temizlenir. Parmaktaki yüzük oynatılır. Misvak veya diş fırçası ile, bunlar yoksa sağ elin parmaklarıyla dişler temizlenir. Sağ el ile üç defa ağza, üç defa da burna su verilir. Üç kere yüz yıkanır. Sonra dirsekle birlikte sağ kol üç defa, sonra aynı şekilde sol kol üç defa yıkanır. Sağ el ıslatılarak avuç ve parmakların içiyle başın üstü bir defa mesh edilir. Bu şekilde başın dörtte birini mesh etmek yeterli ise de iki elle başın tamamının mesh edilmesi Maliki mezhebine göre farz (İbn Cüzey, el-Kavaninü’l-fıkhıyye, s. 23), diğer mezheplere göre sünnettir. Eller yine ıslatılarak başparmakla kulağın dışı, şahadet parmağı veya serçe parmakla içi mesh edildikten sonra her iki elin arkasıyla boyun mesh edilir. Önce sağ, sonra sol ayak, parmak uçlarından başlanarak topuk ve aşık kemikleri de dahil olmak üzere yıkanır. Parmak aralarının yıkanmasına özen gösterilir (Kâsânî, Bedaiu’s-Sanâî, 1, 65-75).
Abdest alırken belli duaları okumak şart mıdır?
İlmihal kitaplarında abdest alırken her organın yıkanması sırasında okunacak me’sur bazı dualara yer verilir (Nevevî, el-Ezkâr, Beyrut, 1421, s. 28- 29). Hz. Peygamber, her organ yıkanırken okunması için ayrı ayrı dua zikretmese de, abdestin bitiminde okunması için ümmetine şu duayı öğretmiştir. “Ben inanır ve şahitlik yaparım ki, Allah’tan başka ilah yoktur. Yine inanırım ki Muhammed O’nun kulu ve Peygamberidir. Allah’ım beni tevbe edenlerden ve temizlenenlerden eyle” Hz. Peygamber kim bu duayı okursa kendisi için Cennetin sekiz kapısının açılacağını ve dilediği kapıdan içeri girmesine izin verileceğini müjdeler” (Tirmizî, Taharet, 41).
“İstibra” ve “istinca” ne demektir ve nasıl yapılır?
Küçük abdest bozduktan sonra idrar yolunda kalabilecek idrar damla ve sızıntılarının tamamen kesilmesi için bir süre bekleme, bundan sonra vücuttaki idrar sızıntılarını temizleme işlemine fıkıh dilinde “istibrâ” denilir. Özellikle erkekler açısından istibrâ önemlidir. Şayet özür hali söz konusu değilse vücuttan idrar sızıntısı olduğu sürece abdest geçerli olmaz. Bunun için de idrarın vücuttan iyice çıkmasını beklemek, bu amaçla biraz hareket etmek, yürümek veya öksürmek gerekir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, Beyrut, 1421/2000, I, 344-345). Bunun için Hz. Peygamber “İdrardan sakınınız, çünkü kabir azabının çoğu idrardan sakınmama sebebiyledir” buyurmuştur (Buhârî, Vudû 55; İbn Mâce, Tahâret 26).
Literatürde “istincâ” terimiyle ifade edilen temizlik, büyük abdest bozulduktan sonra dışkı ve idrar yollarında yapılacak temizliktir. Aslolan bu temizliğin su ile yapılmasıdır. Su bulunmadığı takdirde bu temizlik tuvalet kâğıdı, bez vb. en uygun temizlik araçlarıyla yapılabilir. Temizlik sol elle yapılmalı, suyun ve diğer temizlik araçlarının kullanımında israftan kaçınılmalı, fakat temizliğin titizlikle yapılmasından da ödün verilmemelidir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, Beyrut, 1421/2000, I, 344-345).
Özür ne demektir? Özürlü kimse ne zaman ve nasıl abdest alır?
Özür “sonradan ortaya çıkan ve mükellefin işini kolaylaştırmaya yarayan durum” olarak da tanımlanır (İbnu Emîru Hac, et-Takrir ve’t-tahbir, ll, 204). Fıkıhta özür kavramının en çok kullanıldığı konuların başında sürekli devam eden abdest bozucu haller gelir. Sürekli burun kanaması, idrarını tutamama, sürekli kusma, yellenme, yaranın sürekli kanaması ve akması, bayanların akıntıları, (bayanlar için hayızda üç günden az veya on günden çok; nifasta kırk günden çok kan gelmesi gibi durumları) gibi abdesti bozan ve kısmen süreklilik taşıyan bedenî rahatsızlıklara özür, böyle kimselere de özür sahibi denilir (Kâsânî, Bedâiü’s-Sanâi, l, 238, 239; Merğînânî, el-Hidâye, l, 32, 33; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtar, l, 305).
Bir kimsenin ibadet konusunda özürlü sayılabilmesi için özrünün, bir namaz vakti içinde abdest alıp namaz kılacak kadar bile kesilmemesi ve her namaz vaktinde en az bir defa tekrarlaması gerekir. Özür hali, sebebin tam bir namaz vakti süresince kesilmesiyle ortadan kalkar (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtar, l, 305).
Özürlü kimse her namaz vakti için abdest alır. Zira Hz. Peygamber özürlü bir kadına böyle yapmasını bildirmiştir (Buhârî, Vudû’, 63; Ebû Dâvud, Tahâre, 110, 112). Özürlü, özür halinin abdesti bozmadığını varsayarak o vakit içinde aldığı abdestle, onu bozan yeni bir durum meydana gelmedikçe, dilediği kadar farz, vâcip, sünnet, eda ve kazâ namazı, cuma ve bayram namazı kılabilir, Kâbe’yi tavaf edebilir, Mushaf’ı tutabilir (Merğînânî, el-Hidâye, l, 32). Ancak özür sahibinin abdesti namaz vaktinin çıkmasıyla bozulur. Dolayısıyla yeni namaz vaktinde tekrar abdest alması gerekir.
Özür sahibi kimsenin abdesti özür hali dışında abdesti bozan diğer şeylerle bozulur (Kâsânî, Bedâiü’s-Sanâi, l, 240). Meselâ idrarını tutamayan kimsenin burnu kanamakla abdesti bozulur. İmam Şâfiî’ye göre özürlü kimsenin bir namaz vakti içinde kılacağı her namaz için ayrı ayrı abdest alması gerekir. Onun abdesti kıldığı namaz bitince son bulmuş olur. Malikî mezhebine göre özür sahibinin abdesti vaktin girmesi veya çıkması ile değil, özrün dışında abdesti bozan bir şeyin meydana gelmesi ile bozulur (İbn Rüşd, Bidâyetü’l-müctehid, l, 47). Özürlü kimsenin bu sebeple elbisesine bulaşan idrar, kan özür devam ettiği sürece namazın sıhhatine engel olmaz.
Özürlü kimse de özürsüz kişinin aldığı gibi abdest alır. Özür sahibi birisi ancak kendisi gibi özürlü olanlara imamlık yapabilir.
Abdest alırken niyet etmek farz mıdır?
Abdest alırken niyet etmek, Hanefi mezhebine göre sünnet, diğer üç mezhebe göre farzdır.
Hanefiler, abdest ayeti olarak bilinen (Mâide 5/6) âyette emredilen fiiller arasında niyetin bulunmayışını delil olarak alırlar. Çünkü bu ayette; yüzü yıkamak, kolları dirseklerle birlikte yıkamak, başı mesh etmek ve ayakları topuklarla birlikte yıkamak emredilmektedir. Zira abdestte; kirlerden temizlenme nitelikleri ağır basmaktadır. Dolayısıyla hikmeti bilinen bir ibadet olarak abdestte niyet etmek şart değildir. Ayrıca, namazın şartlarından olan ‘necasetten taharet’ ve ‘setr-i avret’te niyetin zorunlu olmayışı, abdestte de niyetin farz olmadığını gösterir (Kâsânî, Bedaiu’s-sanâi’, I, 106-107; Merğînânî, el-Hidâye, I, 13).
Abdest alırken niyet etmenin farz olduğunu söyleyenler ise; Cenâb-ı Hakk’ın: “Onlar dini yalnız Allah’a has kılarak, ona kulluk etmekle emrolunmuşlardır.” (Beyyine, 93/5) âyeti ile Hz. Peygamber (s.a.s.)’in: “Bütün ameller niyetlere bağlıdır…” (Buhârî, Bed’u’l-vahy, 1; Müslim, İmâre, 155) hadisinden hareketle her ibadette olduğu gibi abdestte de niyet etmenin farz olduğunu söylemişlerdir (Şirbînî, Muğnî’l-Muhtâc, Beyrut, ts. , I, 47).
Abdestin sadece farzlarıyla yetinildiğinde abdest geçerli olur mu?
Abdestin farzlarıyla alakalı olarak Kur’an-ı Kerim’de, “Ey iman edenler! Namaza kalkacağınız zaman yüzlerinizi, dirseklerinizle birlikte ellerinizi ve -başlarınıza mesh edip- her iki topuğa kadar da ayaklarınızı yıkayın.” (Mâide, 5/6) buyrulmuştur. Bu ayetten hareketle abdestin farzları; dirseklerle beraber elleri ve yüzü birer defa yıkamak, başın dörtte birini bir defa mesh etmek ve ayakları topuklarla birlikte aşık kemiklerine kadar bir defa yıkamak şeklinde belirlenmiştir. Ancak Peygamberimiz (s.a.s.), abdest alırken, ellerini dirsekleri ile beraber üç kere yıkamış, ağzına ve burnuna üçer kere su vermiş, yüzünü üç kere yıkamış, başını mesh etmiş, ayaklarını bilekleriyle beraber üç kere yıkamış ve şöyle buyurmuştur: “Kim benim abdest aldığım gibi abdest alır ve aklından dünyalık şeyleri geçirmeden iki rekât namaz kılarsa geçmiş günahları bağışlanır” (Buhârî, Vüdû, 2324, 25). Dolayısıyla Hz. Peygamber (s.a.s.)’in aldığı gibi abdest almak sünnettir.
Bir Müslümanın, yerine getirmekle yükümlü olduğu herhangi bir ibadetin sorumluluğundan kurtulması için o ibadetin farzlarını ve vaciplerini yerine getirmesi yeterlidir. O ibadetin sünnetleri elde edilecek sevabın arttırılmasına vesile olur, terk edilmeleri halinde ise bir sorumluluk doğurmaz. Ancak abdest alırken sünnetlerini kasten terk etmek mekruhtur (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtar, Riyad, 1423/2003, I, 218-219).
Küçük abdest bozan bir kimse belli bir süre geçmeden abdest alabilir mi?
Küçük abdest bozduktan sonra, idrar yolunda kalabilecek damla ve sızıntılarının tamamen kesilmesi için bir süre beklemek uygun olur. Bu beklemeye istibra denir. Hz. Peygamber istibrayı tavsiye etmiştir (Buhârî, Vudû, 55. İbn Mâce, Taharet, 26).
Küçük abdest bozulduktan sonra, şahsa, şartlara ve hatta yaşa bağlı olarak az veya çok sızıntı gelebilir. Onun için idrar yaptıktan sonra, kalıntıların bitmesi için istibra yapılmalıdır. İstibra, yürümek, öksürmek, hareket etmek vb. yollarla yapılır.
Küçük abdestini bozduktan sonra istibrâ yapmadan abdest alan kişiden, namaz kılarken akıntı gelirse abdesti bozulur ve yeniden abdest alması gerekir (Merğînânî, el-Hidaye, I, 14). Ayrıca temizlik iyi yapılmadığı takdirde geriye kalan idrar sızıntısı elbiseye bulaşacak ve belli bir orana ulaşacak olursa (avuç ayası kadar bir sahayı kaplaması) namazın sıhhatine engel olur (Mevsılî, el-İhtiyar, I, 31).
İdrar yaptıktan sonra sızıntısı olmayan kişilerin, beklemeden hemen abdest almalarında bir sakınca yoktur. İstibra ve temizlik konusunda gerekli hassasiyeti gösteren kişinin, yersiz düşünce ve vesveseye itibar etmemesi gerekir.
Abdestli olup olmadığını unutan ya da abdestinde şüphe eden bir kimse ne yapmalıdır?
Bir kimse abdest aldığından emin olduğu halde, abdestini bozup bozmadığı konusunda şüpheye düşse, o kimse abdestli sayılır. Öte yandan abdestini bozduğunu bildiği halde, sonradan abdest alıp almadığından şüphe eden kimse de abdestsiz sayılır. Çünkü kesin olarak bilinen bir şey şüphe ile ortadan kalkmaz (Mevsılî, el-İhtiyar, İstanbul, ts. , I, 11; İbn Âbidîn, Reddu’l-muhtâr, I, 101- 102).
Özen göstermeyenin abdesti geçerli olur mu?
Abdestte, yüzü, dirseklerle birlikte kolları yıkamak, başı mesh etmek ve ayakları topuklarla birlikte yıkamak farzdır. Yıkanması gereken organların, kuru yer kalmayacak şekilde yıkanması ve başın dörtte birinin mesh edilmesi durumunda abdest geçerlidir. Zaruret olmadan bu organlardan az da olsa bir miktarı kuru kalırsa abdest sahih/geçerli olmaz. Peygamberimiz, (s.a.s.) abdest alırken ayaklarını yıkayıp ökçelerine su ulaşmayan birisini gördüğünde: “Vay bu ökçelerin ateşten haline” (Buhârî, Vudû 27, 29; Müslim, Tahâre 25, 26, 28) diyerek uyarıda bulunmuştur. Yine Peygamberimiz (s.a.s.); abdest alıp da ayağında tırnak kadar bir yer kuru kalan birisi yanına geldiğinde ona: “Dön de abdestini güzelce al” buyurmuşlardır (Müslim, Tahâre, 31; Ebû Dâvûd, Tahâre, 67; İbn Mâce, Tahâre, 139).
Suyun abdest organlarının tamamına ulaşabilmesi için varsa parmaktaki yüzüğün oynatılması, el, yüz ve ayakta bulunan ve suyun deriye temasını önleyen maddelerin imkân dâhilinde çıkartılması gerekir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtar, I, 104).
Abdestin yukarıda belirtilen farzlarının yanı sıra besmele ile başlamak, niyet etmek, organları üçer defa yıkamak gibi sünnetleri de vardır. Bu sünnetler, abdestin farzlarını tamamlar ve daha fazla sevap kazanmaya vesile olur. Farzları yapmış olmak, alınan abdest için geçerlidir. Ancak abdest alırken özen göstermemek veya abdestin sünnetlerini kasten terk etmek mekruhtur (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtar, Riyad, 1423/2003, I, 218-219).
Mest nedir? Mest nelere ve nasıl yapılır? Mest üzerine mesh etmenin şartları nelerdir?
Mest, ayakları topuklarıyla yani ayak bilekleriyle beraber örten bir tür ayakkabıya verilen isimdir.
İslâm dini namazı, dinin temel vecîbelerinden saymış olmasının yanı sıra, her türlü mükellefiyette zorluğu gidermeye ve kolaylığı temin etmeye de ayrı bir önem vermiştir. Bu kabilden olmak üzere, mükellefler için mest veya sargı üzerine mesh yaparak abdest alma ve böylece üzerine düşen ibadetleri ifa etme imkânı getirmiştir.
Mesh, bir nevi hükmî temizlik olup; abdestte bir uzvun, ayağa giyilen mestin veya yaraya sarılan sargının üzerine ıslak elle; teyemmümde ise toprağa sürülmüş elle yüz ve kollar üzerine yapılır.
Abdest alırken mestler üzerine mesh etmek Peygamberimiz (s.a.s.)’insünneti ile sabittir. Nitekim, Hz. Peygamber (s.a.s.)’in abdest aldığını ve mestlerinin üzerine mesh ettiğini bildiren birçok rivayet vardır (Buhârî, Vudu, 35, 48; Müslim, Taharet, 72, 73).
Mestler üzerine meshin caiz olabilmesi için gerekli olan şartlar şunlardır:
a) Ayaklar yıkanarak alınan bir abdestten sonra giyilmiş olması,
B) Ayağa giyilmiş olarak normal bir yürüyüşle yaklaşık 5 km. veya daha fazla yürüyecek kadar dayanıklı olması,
c) Mestlerin bağsız olarak ayakta durabilecek kadar sağlam ve kalın olması,
d) Mestlerin her birinde, ayak parmağının küçüklerinden üçünün gireceği kadar genişlikte delik bulunmaması,
e) Hemen suyu emerek ayağa geçirmemesi,
f) Mesti giyenin ayağı tümüyle kopuk ve yok olmaması; en azından ayağının ön kısmında, elin küçük parmağıyla üç parmak kadar bir parça bulunmalıdır.
Mestler üzerine mesh edildiği gibi, mest özelliği taşıyan çizme, potin, yukarıdaki şartları taşıyan çorap ve benzeri şeyler de Hanefîler’e göre mest hükmündedir. Devamlı olarak yerle temas halindeki çizme ve ayakkabılara mesh etmek yeterli olmayıp; varsa üzerindeki necis maddelerin de temizlenmesi gerekir.
Abdestli olarak ayağına mest giyen kimse, mest giydikten sonra ilk defa abdestinin bozulmasından itibaren, mukim ise bir gün, yolcu ise üç gün mestleri üzerine mesh edebilir. Peygamberimiz (s.a.s.) misafir için üç gün üç ge¬ceyi, mukim için de bir gün bir geceyi mest süresi olarak tayin etmiştir (Neseî, Taharet, 98).
Mesh ile abdest aldıktan sonra, abdestli iken ayağından mestlerini veya birini çıkarırsa, hades (abdestsizlik hali) ayağına geçmiş kabul edilir ve abdestini bozmadan ayaklarını yıkayıp tekrar mestleri giymesi gerekir. Abdesti yokken çıkarmışsa, tekrar abdest alması gerekir. Süresi dolduğunda, abdestli ise mestleri çıkarıp ayaklarını yıkaması yeterlidir; abdestsiz ise ayağını yıkayarak tam abdest almalıdır (Kasânî, Bedâiu’s-sanaî, I/9).
Tedavi amaçlı sargı ve yara bantları abdest ve gusle engel olur mu?
Vücudun herhangi bir yerinde kırık, çıkık veya yaradan dolayı sargı bulunması abdeste ve gusle engel değildir. Vücudun bir yerinde sargı bulunursa abdest alırken veya guslederken bu sargı çözülerek altı yıkanır; su yaraya zarar verecekse yaranın etrafı yıkanıp yaranın üstü mesh edilir. Ancak yaraya su dokundurmak tehlike arz ettiğinde veya sargıyı hemen çözüp kaldırmak mümkün olmadığında, bu sargılar çözülmeyip üzerine mesh edilebilir. Bu durumda yara üzerindeki sargıyı mesh etmek, altını yıkamak hükmündedir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.), Uhud savaşında yaralanan yanağını sarmış ve abdest alırken bu sargının üzerini mesh etmiştir (Heysemî, Mecmeu’z-zevaid, I, 18). Sargı çözüldüğü takdirde onu iyice saracak birinin bulunamayacağı durumlarda da sargı çözülmez ve aynı şekilde üzerine mesh edilir (Kâsânî, Bedâi’ü’s-sanâi’ (Tah. Muhammed Adnan), Dâru İhyâi’t-Türâsi’l-Arabî, Beyrut 1998, I, 90-91; Merğînânî, el-Hidâye I, 30).
Sargının abdestsiz veya cünüp iken sarılmış olması meshe engel olmadığı gibi, sargı üzerine meshin belirli bir süresi de yoktur; yara veya kırık iyileşinceye kadar aynı sargı üzerine mesh edilebilir. Ayrıca sargı üzerine mesh ederken niyete de ihtiyaç yoktur.
Açık bir yaranın yıkanması zarar verecekse, bu yara üzeri ıslak elle mesh edilir. Mesh edilmesinin de zarar vermesi durumunda, bu da terk edilebilir. Yara veya sargılı kısım, abdest veya gusül uzuvlarının çoğunluğunda ise, abdest veya gusül yerine teyemmüm edilir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, Beyrut, 1421/2000, I, 134 vd. ).
Abdest organlarını üçer defa yıkamak sünnet ise de, sargı üzerine bir defa mesh etmek yeterlidir. İkinci ve üçüncü defaya gerek yoktur.
Mezhepler arasında abdestin farzları konusunda farklılık var mıdır?
Hanefilere göre abdestin farzları, Kur’an-ı Kerim’de (Maide, 5/6) ifade edildiği üzere; yüzü yıkamak, kolları dirseklerle birlikte yıkamak, başı mesh etmek, ayakları topuklarla birlikte yıkamaktır (Mevsılî, el-İhtiyar, İstanbul, ts. , I, 11).
Şafiîlere göre bu şartlara ilaveten, abdeste niyet etmek ve tertip (abdest organları yıkanırken ayetteki sırayı gözetmek) de farzdır (Şirbînî, Muğnî’l-Muhtac, Beyrut, ts. , I, 47-54).
Hanbelîler, tertibi ve organların ara verilmeden art arda yıkanmasını (muvâlât) (el-Buhuti, Keşşâfu’l-Kına’, Beyrut, 1402, I, 175); Malikiler ise, niyet ve abdest organlarının art arda yıkanması yanında, organların yıkanırken ovulmasını da abdestin farzlarından sayarlar (Haraşî, Şerhu Muhtasarî Halîl, Daru’l-Fikr, Beyrut, ts, I, 120).
Öte yandan abdestin ittifak edilen farzlarının detayıyla ilgili de mezhepler arasında bazı farklılıklar vardır. Hanbelilere göre yüzü yıkamanın kapsamına ağza ve burna su vermek dahildir (İbn Kudame, el-Muğnî, Daru Alemi’l-Kütüb, ts. , I, 166). Aynı şekilde hem Malikilere, hem de Hanbelilerce tercih edilen görüşe göre başın tamamını mesh etmek, başı mesh etme farzının kapsamındadır (İbn Kudame, el-Muğnî, Daru Alemi’l-Kütüb, ts. , I, 175-176, 185; Haraşî, Şerhu Muhtasarî Halîl, Daru’l-Fikr, Beyrut, ts, I, 124-125).
Tedavi maksadı ile cilde sürülen ilaç vb. maddeler abdeste engel olur mu?
Bu maddeler deri üzerinde bir tabaka oluşturmuyorlarsa, abdeste hiçbir zararları olmaz.
Abdest alırken yıkanması gereken bir organın üzerine tedavi maksadıyla sürülen ancak tabaka oluşturan merhem vb. maddelerin yıkanması, yapılan tedaviye engel teşkil etmiyorsa, bu organın yıkanması gerekir. Eğer yıkamak zarar veriyorsa, ıslak elle üzerine mesh edilir. Mesh etmek de zararlı ise o da terk edilir (İbn Âbidîn, Reddu’l-Muhtâr, I, 186 vd.). Çünkü dinimiz zaruretler halinde yasakları mubah kılmış, kişiye kaldıramayacağı yükü yüklememiş, zorluğun giderilmesini ilke edinmiştir.
Vücudunda kırık, çıkık veya yara sebebiyle sargı bulunan kimse nasıl abdest alır?
Abdest organlarından birinde yara, kırık, çıkık ve benzeri nedenlerle sargı bulunan kişi, organlarını yıkaması sağlığına zarar verecekse veya yaranın iyileşmesini geciktirecekse yahut rahatsızlığı sebebi ile uzuvlarını yıkayamıyorsa ıslak elle mesh eder. Sargının abdestsiz veya cünüp iken sarılmış olması meshe engel olmadığı gibi; bunun belirli bir süresi de yoktur (Kâsânî, Bedâiü’s-sanâî, I, 13-14). Meshin de zarar vermesi durumunda, bu da terk edilir (Kâsânî, Bedâiü’s-sanâî, I, 13).
Sargı abdest veya gusül uzuvlarının çoğunluğunda ise, teyemmüm eder (İbn-i Âbidîn, Reddü’l-Muhtâr, I, 171). “Eğer cünüp iseniz iyice (yıkanıp) temizlenin. Eğer hasta veya seferdeyseniz veya tuvaletten gelmişseniz veya kadınlara dokunmuşsanız, su da bulamamışsanız temiz bir toprağa yönelip onunla yüzlerinizi ve ellerinizi mesh edin” (Mâide 5/6) âyeti bu tür durumlarda teyemmüm edilebileceğini ifade etmektedir.
Bedeninde veya bir uzvunda sargı ya da yara bulunan kimse nasıl abdest alır?
Kırılan veya yaralı olan bir organı yıkamak, yaraya zarar verirse veya yaranın iyileşmesini geciktirecek olursa üzerine bağlı olan alçı veya bez sargıya yahut ip ya da başka bir şeyle bağlanan pamuğa abdestte veya gusülde bir defa mesh edilir.
Vücudun herhangi bir yerinde kırık, çıkık veya yaradan dolayı sargı bulunduğunda, abdest alırken veya guslederken yaraya zarar vermiyorsa bu sargı çözülerek altı yıkanır ve yaranın üstü mesh edilir. Ancak sargının çözülmesinin zararlı olması halinde çözülmeyip üzerine mesh edilebilir.
Sargı üzerine meshin meşruluğu sünnetle sabittir. Hz. Ali (r.a.) şöyle demiştir: “Bileklerimden biri kırılmıştı. Peygamber (s.a.s.)’e sordum, O da sargıların üzerine mesh etmemi emretti” (İbni Mâce, Taharet, 134).
Sargının bir defa mesh edilmesi yeterlidir. Yapılan bu mesh ile, o uzuv hükmen yıkanmış olur. Sargının abdestsiz veya cünüp iken sarılmış olması meshe engel olmadığı gibi, sargı üzerine meshin belirli bir süresi de yoktur; yara veya kırık iyileşinceye kadar aynı sargı üzerine mesh edilebilir.
Üzerine mesh ettikten sonra sargının değiştirilmesi veya düşmesi halinde, mesh bozulmaz; iade edilmesi de gerekmez. Ancak, yaranın iyileşmesi halinde, sargı açılmış olsun veya olmasın, mesh bozulur.
Gusül ne demektir? Gusül abdesti nasıl alınır?
Gusül; cünüplük, hayız ve nifas gibi hükmî kirlilik hallerinden kurtulmak için yapılması gereken dinî temizlik demektir. Kur’an-ı Kerim’de, “Eğer cünüp iseniz, iyice temizlenin (yıkanın)” buyrulmaktadır (Nisâ, 4/43; Mâide 5/6). Hz. Peygamber (s.a.s.)’in hadis ve uygulamalarıyla da, cünüplük halinde veya hayız ve nifas sonrasında gusletmek emredilmiştir, (Buhârî, Gusül, 28; Müslim, Hayız, 87, 88).
Gusül abdesti ağıza su alıp boğaza kadar çalkalamak, buruna su çekmek ve bütün vücudu hiç kuru yer bırakmayacak şekilde yıkamak suretiyle alınır. Burada sayılan işlemler guslün farzlarıdır. Birinin eksik bırakılması halinde gusül geçersiz olur. Guslün bu farzlarından başka bir de sünnetleri vardır. Sünnetleri de yerine getirilerek gusül şöyle yapılır:
Gusletmek isteyen kimse niyet ederek besmele çeker. Ellerini yıkar, vücudunda bir necaset/maddi kirlilik var ise onu temizler, avret yerlerini yıkar. Sonra sağ eli ile üç defa ağzına su vererek iyice çalkalar, daha sonra üç defa burnuna su çekerek temizler ve namaz abdesti gibi abdestini tamamlar. Sonra da, hiç kuru yer bırakmamaya dikkat ederek bütün vücudunu yıkar. Guslettiği yerde su toplanıyorsa, son olarak ayaklarını yıkayıp guslünü tamamlar.
Göbek boşluğu, kulakların iç kıvrımları, küpe delikleri, bıyık, saç, sakal ile bunların diplerinin ıslanmasına özellikle dikkat eder
Nitekim hadislerde Peygamber efendimizin gusledişi şöyle tasvir edilmektedir: Peygamber (a.s.) cünüplükten (çıkmak için) yıkanacağı zaman, ellerini ve avret yerlerini yıkayarak başlardı. Sonra namaz abdest gibi abdest alır, parmaklarıyla saçlarının dibini hilaller, sonra da başına üç defa su dökerek bütün vücudunu yıkardı (Buhârî, Gusül, 1; Ebû Dâvûd, Taharet, 242).
Gusülde ağza ve burna su vermenin ölçüsü nedir?
Gusül abdesti alırken, ağza ve buruna su vermek farzdır. Ağza su verirken suyu boğaza kadar ulaştırıp ağzı çalkalamak ve buruna su verirken de genize kadar da suyu çekmek ise sünnettir. Bu hüküm oruçlu olmayan kimseler içindir. Oruçlu olanların boğaza veya genize su kaçma ihtimali olduğu için böyle yapmaları uygun olmaz. Onlar gusülde ağza ve burna su verirken abdestte yaptıkları gibi yaparlar (İbn Âbidîn, Raddu’l-Muhtâr, Riyad, 1423/2003, I, 237, 291).
Abdest veya gusül alırken konuşmak abdeste veya gusle zarar verir mi?
Abdest veya guslederken konuşmak abdeste veya gusle zarar vermez. Ancak, bir ihtiyaç olmadıkça konuşmamak adaptandır. Abdest veya gusül almaya başlayan kişi, yaptığı ibadete odaklanmalı, dünyevi meşguliyet, duygu ve düşüncelerden mümkün olduğunca uzaklaşmalıdır (Şurunbülalî, Meraki’l-Felah, Mektebetü’l-Asriyye, 1425/2005, I, s. 49). Bu itibarla, ihtiyaç olmadıkça abdest veya boy abdesti alırken konuşulmamalıdır. Bir zaruret veya ihtiyaç halinde konuşmakta ise bir sakınca yoktur.
Aklî dengesi yerinde olmayan kişi gusül ile mükellef midir?
Kişinin dinen sorumlu olması için, edâ ehliyetine sahip olması gerekir. Eda ehliyetine sahip olabilmek için de aklî melekelerinin yerinde olması ve ergenlik çağına ulaşmış olması şarttır. Bu iki niteliği taşıyan herkes, dinen sorumlu kabul edilir. Zihinsel engelliler eda ehliyetine sahip olmadıkları için, gusül, abdest, namaz vb. dini vecibelerle yükümlü değillerdir (Tirmizî, Hudûd, 1; el-Pezdevî, Kenzü’l-Vüsûl, I, 331).
Teyemmüm nedir, nasıl yapılır; teyemmümü bozan şeyler nelerdir?
Teyemmüm, su bulunmadığında, ya da var olan suyu kullanma imkânı olmadığında, abdestsizlik, cünüplük gibi hükmî kirliliği gidermek amacıyla temiz toprağa sürülen ellerle yüz ve iki kolun mesh edilmesi şeklinde yapılan hükmî temizlik demektir.
Kur’an-ı Kerim’de, “Eğer hasta iseniz, yolculukta bulunuyorsanız, tuvaletten gelmiş iseniz veya kadınlara yaklaşmışsanız da su bulamamışsanız temiz bir toprağa yönelip, onunla yüzlerinizi ve ellerinizi mesh edin (teyemmüm edin)” (Nisâ, 4/43; Mâide 5/6) buyrulmaktadır.
Teyemmüm; niyet ederek temiz bir toprağa veya toprak cinsinden bir şeye eller vurularak yüzü ve kolları dirseklerle birlikte mesh etmekten ibarettir. Teyemmüm edecek kimse, ne için teyemmüm edeceğine de niyet eder. Parmakları açık olarak ellerini temiz bir toprağa veya toprak cinsinden bir şeye vurur, ileri ve geri hareket ettirerek kaldırır, hafifçe birbirine vurarak ellerini silkeler. Ellerinin içiyle yüzünün tamamını bir kere mesh eder. Sonra ikinci defa ellerini aynı şekilde toprağa vurur ve sol elin içi ve dirseğiyle birlikte sağ kolunu mesh eder; daha sonra da sağ elinin içiyle sol kolunu aynı şekilde mesh eder
Abdesti bozan şeyler, teyemmümü de bozar. Ayrıca, abdest veya gusle yetecek suyun bulunması, hastalığın iyileşmesi, suyu kullanabilme imkânının elde edilmesi gibi, teyemmüm etmeyi mubah kılan mazeretlerin ortadan kalkması da teyemmümü bozar (Mevsılî, İhtiyâr, İstanbul, ts. I, 19- 22).
Hangi durumlarda abdest yerine teyemmüm edilir?
Teyemmüm, bazı durumlarda abdest ve gusül yerine geçen istisnâî bir uygulama olup, ancak belli bir mazeretin bulunması halinde yapılabilir. Abdest ve gusül için su bulunmaz veya bulunur da kullanma imkânı olmazsa her ikisi yerine geçmek üzere teyemmüm yapılır.
Teyemmümün su bulunmadığında yapılabileceği ayet-i kerimlerde açıkça belirtilmiştir (Mâide, 5/6; Nisâ, 4/43). Teyemmümle ilgili hadisler de su bulunamadığında teyemmümün yapılabileceği yönündeki Kur’an hükmünü teyit etmektedir. Nitekim bir kenara çekilip duran, cemaatle namaza iştirak etmeyen birini gören Rasûlüllah;
“-Ey falan! Neden cemaate iştirak etmiyorsun? “ diye sorduğunda adam:
“-Ey Allah’ın Resulü, cünüp oldum; su da yok” deyince Peygamber (s.a.s.):
“Toprağı kullan, o sana yeterlidir” buyurdular (Buhârî, Teyemmüm, 9).
Ayrıca teyemmüm;
a) Abdest veya gusle yetecek miktarda su bulunamaması durumunda,
b) Su bulunduğu halde, suya ulaşma imkânının olmadığı hallerde,
c) Su bulunduğu halde, havanın çok soğuk oluşu, banyo yapacak yerin bulunmayışı gibi engellerle suyu kullanma imkânının bulunmadığı hallerde,
d) Sağlık açısından kullanılmasının sakıncalı olması durumunda,
e) Vücudun veya abdest organlarının yarısından fazlasının yara, yanık vb. sebeplerle yıkanamaması durumunda edilir.
Bu durumda teyemmüm, abdest ve guslün yerine geçer. Uzuvlarının yarısından azında yara olan bir kimse ise, sağlam olan organlarını yıkar, yaralı olanları mesh eder.
Konu ile ilgili bir rivayette ifade edildiğine göre, cünüp olan yaralı bir kişiye gusletmesi söylenmiş, o da yıkanmış ve bu sebeple ölmüştür. Haber Rasûlüllah’a ulaşınca, -”O’nu öldürmüşler Hâlbuki o’na, teyemmüm yeterliydi.” buyurmuştur (Ebû Dâvûd, Taharet, 125 ).
f) Yıkandığı veya abdest azalarını yıkadığı takdirde hastalanması, hastalığının artması veya uzaması söz konusu olan kimse de teyemmüm eder.
Teyemmüm uygulamasının dayanağı nedir?
Teyemmüm, suyu temin etme veya kullanma imkânının bulunmadığı durumlarda hades denilen büyük ve küçük hükmî kirliliği gidermek maksadıyla, temiz toprak veya toprak türünden bir maddeye sürülen ellerle yüzü ve iki kolu mesh etmekten ibaret hükmî temizlik demektir.
Abdest ve gusül normal durumlarda su ile yapılan ve maddî temizlenme özelliği de taşıyan hükmî birer temizliktir. Teyemmüm ise suyun bulunmadığı veya bulunduğu halde kullanma imkanının olmadığı istisnaî hallerde başvurulan, abdest ve gusül yerine geçen dini nitelikli bir temizlik yöntemidir.
Teyemmüm uygulamasının dini dayanağını ayet ve hadisler teşkil etmektedir. Teyemmümün hangi şartlarda yapılabileceği ayetlerle belirlenmiş ayrıca hadislerle de açıklanmıştır. Nitekim ‘abdest ayeti’ diye bilinen Mâide, 5/6 ayetinde, ‘abdest’ ve ‘gusül’ aslî temizlenme yöntemleri olarak sunulduktan sonra su bulunamaması durumunda teyemmüme başvurulabileceği ifade edilmiştir: “Ey iman edenler! Namaza kalkacağınız zaman yüzlerinizi, dirseklere kadar ellerinizi ve -başlarınıza mesh edip- her iki topuğa kadar da ayaklarınızı yıkayın. Eğer cünüp iseniz iyice yıkanarak temizlenin. Hasta olursanız veya seferde bulunursanız veya biriniz abdest bozmaktan (def-i hacetten) gelir veya “kadınlara dokunur.” (cinsel ilişkide bulunur) da su bulamazsanız, o zaman temiz bir toprağa yönelin. Onunla yüzlerinizi ve ellerinizi mesh edin (Teyemmüm edin). Allah size herhangi bir güçlük çıkarmak istemez. Fakat o sizi tertemiz yapmak ve üzerinizdeki nimetini tamamlamak ister ki şükredesiniz” (Mâide, 5/6).
Teyemmüm ile ilgili bir diğer ayette de “… su da bulamazsanız o zaman temiz bir toprağa yönelip (niyet ederek onunla) yüzlerinizi ve ellerinizi mesh edin.” (Nisâ, 4/43) buyrularak teyemmümün içeriği ve hangi şartlarda bu yönteme başvurulabileceği pekiştirilmiştir.
Hadis kaynaklarımızda teyemmüm ile ilgili pek çok hadis yer almaktadır. Bu hadisler teyemmümün meşru kılınış sürecini ve uygulamasını göstermektedir. Teyemmümü konu edinen hadislerden birinde, cünüp olup su bulamayan ve mesh etmek amacıyla bütün vücudunu toprağa bulayan sahabîye Rasûlüllah (s.a.s.): “İki elini ve yüzünü mesh etmen sana kâfi gelir” demiş ve nasıl teyemmüm edileceğini ayrıca uygulayarak göstermiştir. Hz. Peygamber (s.a.s.)’in teyemmüm uygulamasında ellerini yere vurduğu, yüzünü ve ellerini (dirseklere kadar) mesh ettiği rivayet edilmiştir (Buhârî, Teyemmüm, 4, 5, 8; Müslim, Hayz, 28).
Teyemmüm ile cenaze namazı kılınabilir mi?
Abdest almakla meşgul olduğu takdirde cenaze namazını kaçıracak olan kimse, teyemmüm ederek cenaze namazını kılabilir. Zira cenaze namazının kazası yoktur (Mevsılî, el-İhtiyar, Beyrut, 1985, I/21-22). Mümin kardeşine karşı son görevini yerine getirmek isteyen kimse, bu durumda cenaze namazını teyemmüm ile kılarak sevaptan mahrum kalmamış olur.
Abdestsiz olarak veya yukarıda anlatılan şatlar altında teyemmüm etmeden cenaze namaz kılmak ise caiz değildir.
Namaz kılmamanın mazereti olabilir mi? Bazı işyerlerinde namaz kılmaya fırsat verilmemesi bir mazeret sayılır mı?
Bilindiği gibi namaz, dinimizin ifasını emrettiği ibadetlerin en önemlisidir. Kelime-i şehadetten sonra, İslâm binasının üzerine kurulduğu beş esastan birincisidir. Akıllı ve ergenlik çağına ulaşan her Müslümanın namaz kılması farzdır. Terk edilmesi ve -geciktirmeyi caiz kılan meşru bir mazeret bulunmaksızın- vaktinde eda edilmeyip kazaya bırakılması, en büyük günahlardan biridir. Namaz, uyuyakalmak, unutmak ve başla da olsa ima ile kılamayacak kadar hasta olmak gibi meşru bir mazeret bulunmadıkça kazaya bırakılamaz. Hz. Peygamber (s.a.s.) “Biriniz uyuyakalır veya unutur da bir namazı vaktinde kılamaz ise, hatırladığı vakit o namazı kılsın” (Buhârî, Mevâkît, 37; Müslim, Mesâcid, 314-316) buyurmuştur.
Meşguliyeti çok olmak, aile fertlerinin geçimini sağlamak için yapılan çalışma ve yolculuk gibi durumlar namazın ertelenmesi için özür sayılmaz. Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurulur: “Öyle erkekler vardır ki, onları ne bir ticaret, ne bir alış-veriş, Allah’ı anmaktan, namazı dosdoğru kılmaktan ve zekât vermekten alıkoyamaz. Onlar, dehşetinden kalblerin ve gözlerin ters döneceği günden korkarlar” (Nûr, 24/37).
İşverenin veya işyerinde sorumluluk alan kimsenin, namaz kılmak isteyen memurlarına ve işçilerine, cuma ve günlük dini görevleri olan namazlarının hiç değilse farzlarını kılabilme imkânını sağlaması gerekir. Ancak çalışanın da işini aksatmamak ve iş disiplininin korunması açısından işverenin veya amirlerin iznini alması uygun olur. İzin verilmemesine rağmen kılınan namaz geçerlidir. Namaz kılma imkânı bulunmayan bir yerde çalışan kimsenin bu imkânı bulabileceği bir iş araması uygun olur.
Farz namazları kılmayan kimse dinden çıkar mı?
İslâm dininde namaz, dinin direği olarak kabul edilmiş (Tirmizî, Îman, 8; Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 231, 237) ve kelime-i şehâdetten sonra anılmıştır (Buhârî, İman, 2; Müslim, İman, 4, H. No: 109). Namazdaki secde de kulun Allah’a en yakın olduğu hal olarak nitelendirmiştir (Müslim, Salât 215; Nesâî, Mevâkît, 35).
Namaza gereken önemi vermeyen ve terk edenler, münafık (Nisâ, 4/142; Tevbe 9/54) olarak nitelenmiş, namazla alay edenlerle dostluk yapılmaması önerilmiş (Mâide, 5/54-58); namazı zayi edenlerin Cehennemde gayya kuyusuna atılacakları bildirilmiş(Meryem 19/59); . Cehennemliklerin ağzından orada bulunma nedenleri olarak da “Biz namaz kılanlardan değildik” açıklamasına yer verilmiştir. (Müddessir, 74/43).
Hz. Peygamber (s.a.s.) de, namazın terki hakkında şöyle buyurmaktadır: “Gerçekten kişi ile şirk ve küfür arasında namazı terk etmek vardır” (Müslim, Îmân, 37, H. No: 256; Ebû Dâvûd, Sünnet, 15), “Bizimle onlar (münafıklar) arasındaki ayırıcı temel unsur namazdır. Namazı terk eden kimse küfre düşer (Tirmizî, Îmân, 9; Nesâî, Salât 8).
Bütün bu bilgilere ve İslam dininin genel ilkelerine bir bütünlük içerisinde bakıldığında; namazın farz olduğuna ve İslam’ın bir gereği olduğuna inanmayanlar, namaz kılmayı kendisi için bir zillet kabul edip kibrinden dolayı namaz kılmayanlar, namaza düşman olanlar ve namazla alay edenler, İslâm’dan çıkmış olurlar. Bu sayılan şekillerde olmayıp, farz olduğunu kabul ettiği halde tembelliği ve ihmalkârlığı sebebiyle bir namazı terk eden kimse dinden çıkmaz fakat büyük bir günah işlemiş olur (Mevsilî, İhtiyâr, İstanbul, I, 37). Mazeretli veya mazeretsiz olarak namazı terk eden kişi, namazlarını kaza etmelidir. Mazeretsiz terk edenlerin ayrıca tövbe ve istiğfar etmeleri gerekir.
Sünnet namazlar kaza edilir mi?
Vaktinde kılınmayan beş vakit namazın farzları ile vacip olan vitir namazı kaza edilir. Kılınmayan sünnetler vakit çıktıktan sonra kaza edilmez. Ancak vaktinde kılınmayan sabah namazı, aynı gün zevalden önce kaza edildiğinde sünneti ile birlikte kaza edilir (Fetâvây-ı Hindiyye, I, 121). Çünkü Hz. Peygamber kılamadığı bir sabah namazını öğleden önce kaza ederken, sünnetiyle birlikte kaza etmiştir (Ebû Dâvud, Salât, 11).
Bir de öğle namazında cemaate yetişmek için sünneti kılmadan farza başlayan kişi, farzı kıldıktan sonra kılmadığı ilk sünneti de kılar. Bunu son sünnetten önce veya sonra kılması fark etmez.
Cenaze için salâ vermek gerekir mi? Sala vermenin hükmü nedir?
Salâ, ülkemizde, genellikle cenaze olduğunu o bölgedeki insanlara ilan etmek amacıyla okunması adet haline gelen ve Rasûlüllah’a salât ve selam içeren duadır. Ayrıca bazı yörelerimizde cuma ve kandil geceleri ile cuma namazından önce de salâ okunmaktadır.
Hz. Peygamber döneminde sala okunduğuna dair dini kaynaklarda her hangi bir bilgi yer almamaktadır. Bununla birlikte ölüm haberinin çeşitli yollarla duyurulması sünnettir. Nitekim Rasûlüllah’ın (s.a.s.), Necaşî’nin vefatını ashabına haber verdiği (Buhârî, Cenaiz, 4), kendisine bildirilmeden defnedilen bir cenaze için de “Bana neden haber vermediniz?” (Buhârî, Cenâiz, 5, 56) diye serzenişte bulunduğu rivayet edilmiştir.
Kunut duasını bilmeyen bir kimse ne yapar?
Sözlükte Allah’a ihlâsla kulluk etmek, namaz ve duayı uzatmak, sükût etmek, dua etmek, ibadet kastıyla ayakta durmak gibi anlamlara gelen kunut, dinî bir terim olarak, namazda rükûdan önce veya sonra ayakta dua etmeyi ifade eder.
Hanefîlere göre, vitir namazının üçüncü rekâtında kunut yapmak vaciptir. Kunutta tekbir almak ve kunut duaları olan “Allahümme innâ neste’înuke” ve “Allahümme iyyâke na’büdü” dualarını okumak ise sünnettir. Bu duayı bilmeyen kimse “Rabbenâ âtinâ” duasını okur veya üç defa “Allahümmeğfir lî” der. Namazda kunutu unutan kişi, namazın sonunda sehiv secdesi yapar (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, II, 6).
Şâfiî ve Mâlikîlere göre ise, sabah namazının ikinci rekâtında, rükûdan sonra kunut yapılır. Sabah namazında kunut yapmak Şâfiîlere göre sünnet, Mâlikîlere göre ise müstehaptır. Şâfiî veya Mâlikî imamın arkasında sabah namazı kılan bir Hanefî, dilerse kunut duasına katılır, dilerse sessizce bekler (Merğînânî, el-Hidâye, I, 66).
Sabah namazı imsak ile birlikte kılınabilir mi?
İmsak vakti, (başka bir deyişle oruç yasaklarının başlama vakti), fecr-i sâdık’ın oluşması, yani tan yerinin ağarmasıdır. Kur’an-ı Kerim’de, “Artık (ramazan gecelerinde) eşlerinize yaklaşın ve Allah’ın sizin için takdir ettiklerini isteyin. Şafağın beyaz ipliği (aydınlığı), siyah ipliğinden (karanlığından) ayırt edilinceye kadar yeyin, için, sonra akşama kadar orucu tamamlayın.” (Bakara 2/187) buyrulmaktadır. İmsak vakti ile, sabah namazının vakti girdiğine göre bu vakitte sabah namazı kılınabilir. Sabah namazının vakti, güneşin doğmasına kadar devam eder. Zira Cebrail´in Hz. Peygamber (s.a.s.)’e imamlık ettiğine ilişkin hadise göre Cebrail sabah namazını birinci günde tan yerinin ağarmasıyla, ikinci günde de ortalık tamamen ağarıp güneş doğmak üzereyken kıldırmış ve “Bu iki vaktin arası, senin ve senin ümmetin için sabah namazının vaktidir.” (Nesâî, Mevâkit, 10, 2; Muvattâ, Vükût, 3) demiştir.
Kadınlar başı açık ve çorapsız namaz kılabilir mi?
Ergen olmuş Müslüman bir hanımın, mahremi olmayan erkeklerin yanında olduğu gibi, namaz kılarken de vücudunun dinen örtülmesi gereken yerlerinin tamamını örtmesi gerekir. Baş da örtülmesi gereken yerlerdendir. Hz. Âişe’den rivayet edilen bir hadiste Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Allah ergenlik çağına ulaşmış kadının başörtüsüz namazını kabul etmez.” (Ebû Dâvûd, Salât, 85). Ayrıca Rasûlüllah’ın eşlerinin evlerinde namaz kılarken başlarını örttüklerini, Peygamberimiz (s.a.s.)’in başı açık namaz kılan genç kızları uyardığını ve buluğa eren kadınların başlarını örterek namazlarını kılmaları gerektiğini bildiren hadisler vardır (Ebû Dâvud, Salât, 85). Hz. Peygamber (s.a.s.) zamanından günümüze kadarki uygulama da böyledir. Kadınlar, ayakları -tercih edilen görüşe göre- avret mahalli olmadığından, topuklarından yukarısı açık olmamak kaydıyla çorapsız namaz kılabilirler (Merğînânî, el-Hidaye, I, 43).
Beş vakit namaz hangi vakitlerde kılınır?
Sabah namazının vakti: Tan yerinin ağarması demek olan ikin¬ci fecrin doğmasından başlayarak güneşin doğmasına kadar devam eder. Cibril’in Peygamber Efendimize imamlık yaptığını anlatan rivayette Cibril, sabah namazını bir gün tan yeri ağardığında, ertesi gün ise ortalık tamamen ağarıp güneş doğmak üzereyken kıldırmış ve sonra: “Bu iki vaktin arası, senin ve senin ümmetin için sabah namazının vaktidir” demiştir (Tirmizî, Salât, 154).
Sabah namazında ortalığın aydınlanmasını beklemek müstahaptır. Zira Peygamber Efendimiz “Sabah namazını gün aydınlanınca kılın” buyurmuştur (Tirmizî, Salat, 154; Zeylaî, Tebyinü’l-hakaik, I, 387).
Öğle Namazının Vakti: Güneşin tepe noktasından batıya doğru kaymasıyla (zeval ile) başlar. Kur’an-ı Kerim’de, “Güneşin zevalinden gecenin karanlığına kadar namazı kıl. Bir de sabah namazını kıl. Çünkü sabah namazı şahitlidir.” (İsrâ, 17/78) buyrularak öğle namazı vaktinin başlangıcı olan zeval vakti açıkça ifade edilmiştir. Aynı ölçü, yukarıda geçen Cibril’in Hz. Peygamber’e namaz kıldırmasını anlatan hadisin devamında da ortaya konmuştur.
Öğlenin vakti, Ebû Hanife’ye göre güneş tam tepedeyken eşyanın yere düşen gölge uzunluğu (fey-i zevâl) hariç, her şeyin gölgesi kendisinin iki misline ulaşacağı zamana kadar devam eder. İmam Ebu Yusuf ve İmam Muhammed ile diğer üç mezhebin imamına göre öğle namazının vakti eşyanın gölgesi, ‘fey-i zeval’ hariç kendisinin bir katı olması ile sona erer. Öğle vaktinin sona erdiği zaman konusunda Ebu Hanife’nin delili, “Öğle namazını hava serinleştiği vakte bırakın…” hadisidir (Buhârî, Mevakit, 8; Tirmizî, Namaz, 5). Diğer İmamların delili ise Cibril’in ikindi na¬mazını birinci günde kendilerinin işaret ettikleri vakitte kıldırmış olmasıdır. (Zeylaî, Tebyinü’l-Hakaik, I, 379-380; Nevevî, el-Mecmu, III, 18; İbn Kudame, el-Muğnî, I, 415).
İkindi Namazının Vakti: İkindi namazı vaktinin başlangıcı, öğlen namazı vaktinin sona ermesine bağlı olduğu için, öğle namazının sona ermesi konusundaki görüş ayrılığı ikindi vaktinin başlamasına da yansımıştır. Dolayısıyla İmam Ebu Yusuf ile İmam Muhammed ve diğer mezhep imamlarına göre öğle vakti her şeyin gölgesi ‘fey-i zeval’ hariç kendisinin bir misli olduğu zaman biter ve ikindi namazının vakti başlar. Buna asr-ı evvel (ikindi namazının ilk vakti) denir. Ebu Hanife’ye göre ise öğle vaktinin bitişi her şeyin gölgesi “fey-i zeval” hariç kendisinin iki misli olduğu zaman biter ve ikindi namazının vakti başlar. Buna asr-ı sânî (ikindi namazının ikinci vakti) denir. Diyanet İşleri Başkanlığı takviminde asr-ı evvel uygulaması esas alınmaktadır.
İkindi namazının vakti, Hanefi mezhebine göre güneş batıncaya kadar devam eder. Peygamber Efendimiz: “Kim ki ikindi namazından bir rekâta güneş batmadan yeti¬şirse ikindi namazına yetişmiş olur” (Muvatta, Salât, 35; Ahmed, Müsned, XVI, 37, 9954) buyurmuştur. Şafii mezhebine göre ikindi namazının vakti, kendi içinde ‘ihtiyarî vakit’ ve ‘zaruri vakit’ olmak üzere iki kısma ayrılır: Her şeyin gölgesi iki misline çıktığı zamana kadar ihtiyari vakittir. Bir özür yok iken bu ihtiyari vakti geçirmek caiz değildir. Zaruri vakit ise bundan sonra güneşin batmasına kadarki vakittir. Güneşin batışından önce bir rekât da olsa kılabilen kimse ikindi namazını kılmış olur (Nevevî, el-Mecmû’, III, 28; İbn Kudame, el-Muğnî, I, 418-420).
Akşam Namazının Vakti: Ebu Hanife’ye göre güneşin batması ile başlayıp güneşin ba¬tışından sonra ufukta kalan aydınlık kayboluncaya kadar devam eder. Hz. Peygamber (s.a.s.), “Akşam namazı vaktinin başlangıcı güneşin batışı, sonu da ufuk¬taki aydınlığın kayboluşudur” buyurmuştur (Muvatta, Vukût, 23; Darekutnî, Salât, Sıfatu’l-Mağrib, 2). Hadisteki ‘aydınlık’ İmam Ebu Hanife’ye göre, kırmızılıktan sonraki beyazlıktır. Ebu Hanife delil olarak, “Akşam namazı vaktinin sonu ufkun karardığı vakittir” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, XI, 570, 6993) hadisine dayanmıştır. İmam Ebu Yusuf ve İmam Muhammed’e göre ise akşamın son vakti, güneşin batışından sonraki kızıllık gidinceye kadar devam eder. Zira hadisteki ‘aydınlık’ güneşin batışından sonraki kızıllıktır. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s.): “Aydınlık kızıllıktır. O kaybo-lunca namaz vacip olur” buyurmuştur (Muvatta, Vukût, 23; Darekutnî, Salât, Sıfatu’l-Mağrib, 2; Zeylaî, Nasbu’r-Raye, I 233).
Yatsı Namazının Vakti: Güneşin batışından sonraki aydınlığın kaybolmasından, yani akşam namazı vaktinin sona ermesinden başlayarak tan yeri ağarmasına kadar devam eder. Peygamber Efendimiz: “Yatsı namazının vakti tan yerinin ağarmasıyla sona erer” buyurmuştur (Malik, Muvatta, III, 575; Zeylaî, Tebyinü’l-Hakaik, I, 387).
Şafiî mezhebine göre yatsı namazının vakti şafağın (güneşin batışından sonraki aydınlığın) kaybolmasıyla başlar, tan yeri ağarmasına kadar devam eder. Ancak bu mezhebe göre yatsı namazının vakti kendi içinde “tercih edilen vakit” ve “mekruh vakit” olmak üzere iki kısma ayrılır. Tercih edilen vakit, yatsı namazının öncelikli olarak kılınacağı, gecenin ilk üçte bir vaktidir. Bundan sonra fecre kadarki vakit ise mekruh vakittir. Bu vakitte yatsı namazını kılmak sahih ise de mekruhtur (Nevevî, el-Mecmu’, III, 40).
Vitir Namazının Vakti: Yatsı namazı kılındıktan sonra baş¬layarak tan yeri ağarıncaya kadar sürer. Peygamber Efendimiz, “Vitir namazını yatsı namazı ile tan yerinin ağarması arasında kı¬lın” buyurmuştur (Malik, Muvatta’, Salat, 79; Tirmizî, Vitr, 452; İbnü’l-Hümam, Fethu’l-Kadir, I, 224).
Namazda sûrelerin türkçe tercemesi okunabilir mi?
Namazda sûrelerin Türkçe tercümesinin okunması caiz değildir. Konu ile ilgili olarak, Din İşleri Yüksek Kurulu’nun 04. 12. 1997 tarihinde aldığı 103 no’lu kararda şöyle denilmektedir:
Kur’an-ı Kerim’in namazda Türkçe tercümesinin okunmasına gelince:
Kur’an-ı Kerim’de “Kur’an’dan kolayınıza geleni okuyun” (Müzzemmil, 73/20) buyrulduğu gibi, Hz. Peygamber (s.a.s.) de bütün namazlarda Kur’an-ı Kerim okumuş ve namaz kılmayı iyi bilmeyen bir sahabiye namaz kılmayı tarif ederken “…sonra Kur’an’dan hafızanda bulunanlardan kolayına geleni oku.” (Müslim, Salât, 45) buyurmuştur. Bu itibarla namazda kıraat yani Kur’an okumak, Kitap, Sünnet ve İcma ile sabit bir farzdır.
Bilindiği üzere Kur’an, Cenâb-ı Hakk’ın Hz. Muhammed (s.a.s.)’e Cebrail aracılığı ile indirdiği manaya delalet eden elfazın (nazm-ı münzel’in) ismidir. Sadece mana olarak değil, Resülüllah (s.a.s.)’in kalbine elfazı ile indirilmiştir. Bu itibarla bu elfazdan anlaşılan ve başka lafızlarla (sözlerle) ifade edilen mana Kur’an değildir. Çünkü indirildiği elfazın dışında, hatta Arapça bile olsa, başka sözlerle ifade edilen mana Cenâb-ı Hakk’ın kelamı değil, mütercimin ondan anladığı yorumdur. Oysa Kur’an kavramının içeriğinde, sadece mana değil, bir rüknü olarak onun elfazı da vardır. Nitekim:
“Şüphesiz O, âlemlerin Rabbi tarafından indirilmiştir. Onu Ruhu’l-emin (Cebrail), uyarıcılardan olasın diye, senin kalbine apaçık Arap diliyle indirdi.” (Şuarâ, 26/192-195)
“Böylece biz onu Arapça bir Kur’an olarak indirdik.” (Tâ-Hâ, 20/113)
“Korunsunlar diye dosdoğru Arapça bir Kur’an indirdik.” (Zümer, 39/28)
“Bu bilen bir toplum için, ayetleri Arapça bir Kur’an olmak üzere ayrıntılı olarak açıklanmış bir kitaptır.” (Fussilet, 41/3) gibi tam on ayrı yerde (Yusuf, 12/2; Ra’d, 13/37; Nahl, 16/103; Şura, 42/7; Zuhruf, 43/3; Ahkaf, 46/12) nazm-ı münzel’in Arapça olduğunu ifade eden ayetlerden, sadece mananın değil, elfazının da Kur’an kavramının içeriğine dâhil olduğu açık ve kesin bir şekilde anlaşılmaktadır. Bu sebepledir ki, tercümesine Kur’an denilemeyeceği ve tercümesinin Kur’an hükmünde olmadığı konusunda İslam âlimleri görüş birliği içindedir.
Bilindiği üzere tercüme, bir sözün anlamını başka bir dilde dengi bir sözle aynen ifade etmek demektir. Oysa her dilin, başka dillerde bulunmayan (kendine ait) ifade, üslup ve anlatım özellikleri vardır. Bu yüzden, edebî ve hissî yönü bulunmayan bazı kuru ifadeler dışında, hiçbir tercüme aslının yerini tutamaz ve hiçbir tercüme de her bakımdan aslına tam bir uygunluk sağlanamaz. O halde, Kur’an-ı Kerim gibi, ilahî belağat ve i’cazı haiz bir kitabın aslı ile tercümesi arasındaki fark, yaratan ile yaratılan arasındaki fark kadar büyüktür. Çünkü biri Yaratan Yüce Allah’ın kelamı; diğeri ise yaratılan kulun aciz beyanı. Hiç böylesi bir tercümenin, Allah kelamının yerine konulması ve aynı hükümde tutulması mümkün olur mu?
Kaldı ki, İslam dini evrensel bir dindir. Değişik dilleri konuşan bütün Müslümanların ibadette ortak bir dili kullanmaları onun evrensel oluşunun bir gereğidir.
Herkesin konuştuğu dil ile ibadet yapmaya kalkışması, Peygamberimiz (s.a.s.)’inöğrettiği ve bugüne kadar uygulana gelen şekle ters düşeceği gibi içinden çıkılmaz bir takım tartışmalara da yol açacağı muhakkaktır. Konuya ülkemiz açısından baktığımızda ise böyle bir uygulamanın dışarıda Türkiye aleyhinde, içerde ise Devlet aleyhinde bir malzeme olarak kullanılacağı, vatandaşların birlik ve beraberliğini zedeleyeceği, sonuç olarak bir takım huzursuzluklara sebebiyet vereceği dikkatten uzak tutulmamalıdır.
Diğer taraftan, yüzleri aşan tercüme ve meal arasından din ve vicdan hürriyetini zedelemeden, üzerinde birlik sağlanacak birisinin namazda okunmak üzere seçilmesi ve bunu herkesin benimsemesi mümkün görülmemektedir.
Türkçe namaz ile Türkçe dua birbirine karıştırılmamalıdır. Çünkü dua kulun Allah’tan istekte bulunmasıdır. Bunun ise herkesin konuştuğu dil ile yapılmasından daha tabii bir şey olamaz ve zaten genelde de ülkemizde Türkçe dua yapılmaktadır.
Diğer taraftan, Kur’an-ı Kerim’in en önemli özelliklerinden biri de i’cazdır. Bir benzerinin ortaya konulması konusunda, Kur’an bütün insanlığa meydan okumuştur. Bu i’cazın sadece anlamda olduğu söylenemez. Aksine, “onun Allah katından indirildiğinde şüpheniz varsa, haydi bir benzerini ortaya koyun” anlamındaki tehaddi (meydan okuma) ayetlerinden (Bakara, 2/23-24; Yunus, 10/37-38; Hud, 11/13; İsra, 17/88; Tur, 52/33-34) bu özelliğin daha çok lafızla ilgili olduğu anlaşılmaktadır.
Ayrıca bir benzerini ortaya koymak için, insanlar ve cinler bir araya toplanıp birbirlerine destek olsalar bile bunu başaramayacaklarını ifade eden ayet-i kerime (İsra, 17/88)’den de, Kur’an’ın bir benzerinin yapılamayacağı ve bu itibarla tercümesinin Kelâmullah sayılamayacağı, o hükümde tutulamayacağı ve dolayısıyla namazda tercümesinin okunamayacağı açıkça anlaşılmaktadır. Nitekim, 1926 yılında İstanbul Göztepe Camii İmam-Hatibi Cemal Efendi’nin Cuma namazında Kur’an-ı Kerim’in Türkçe tercümesini okumasıyla ilgili olarak İstanbul Müftülüğünün 20 Mart 1926 tarih ve 92-93 sayılı yazısı üzerine, altında Atatürk tarafından göreve getirilen ilk Diyanet İşleri Reisi Rıfat Börekçi’nin imzası bulunan 9 Ramazan 1324/23 Mart 1926 tarih ve 743 numaralı Müşavere Hey’eti kararında:
“Namazda kıraet-i Kur’an bi’l-icma farz ve Kur’an’ın hangi bir lügat ile tercemesine Kur’an itlakı kezalik bi’l-icma gayr-ı caiz ve namazda kıraet-i Kur’an mahallinde terceme-i Kur’an’ın adem-i cevazı da bi’l-umum mezahib fukahasının icmaı ile sabit olduğundan, hilafına mücaseret, namazı vaz’-ı şer’isinden tağyir ve emr-i dini istihfaf ve mel’abe şekline vaz’ı mutazammın olduğu gibi, beyne’l-müslimin iftirak ve ihtilafa ve memlekette fitne hûdusuna bâis olacağından, fiil-i mezbure mecasereti sabit olan merkum Cemal Efendinin uhdesindeki vezaif-i ilmiye ve diniyenin ref’i, emr-i zaruri halini almış olmakla ol vechile tebligat icrası…” denilmiştir.
Şüphesiz bir Müslümanın en azından namazda okuduğu Kur’an-ı Kerim metinlerinin anlamlarını bilmesi ve namazda bunları anlayarak ve duyarak okuması son derece önemlidir ve bu zor da değildir. Ancak manasını anlamak, onun hidayetinden faydalanmak ve Yüce Rabbimizin emir, yasak ve öğütlerinin neler olduğunu öğrenmek için Kur’an-ı Kerim’i tercüme etmenin ve bu maksatla meal, tercüme ve tefsirlerini okumanın hükmü başka; bu tercümeleri Kur’an yerine koymanın ve Kur’an hükmünde tutmanın hükmü yine başkadır.
Namazda ve ibadet olarak Kur’an-ı Kerim asli lafızları ile okunur. Yüce Rabbimizin bize olan öğüt, buyruk ve yasaklarını öğrenmek, onun irşadından yararlanmak maksadıyla ise, tercüme, meal ve açıklamaları okunur. Bu maksatla Kur’an-ı Kerim’in tercüme, meal ve açıklamalarını okumak da çok sevaptır ve genel anlamı ile ibadettir.
Namazda dudaklar hiç kıpırdatılmadan yapılan kıraat ile kıraat şartı gerçekleşmiş olur mu?
Konuşabilen kişinin namazda Fatiha ve diğer sureleri, dili kıpırdatmaksızın ve ses çıkartmaksızın zihinden tekrarlaması okuma (kıraat) sayılmaz. Böyle yapmakla namazın rüknü olan kıraat yerine getirilmiş olmaz. Kişinin kendi duyabileceği bir sesle, fısıldar gibi, harfleri yerlerinden çıkartarak ve eğer yanında başkaları varsa onları rahatsız etmeyecek bir şekilde okuması gerekir (Merğînânî, el-Hidâye, I, 54).
Vitir namazı nedir, nasıl kılınır?
Vitir namazı, yatsı namazından sonra kılınan üç rekâtlı vacip bir namazdır. Vitir namazının her rekâtında Fatiha ve ardından bir sure ya da birkaç ayet okunur. İkinci rekâtın sonunda oturularak sadece tahiyyât duası okunur. Üçüncü rekâtta kıraat tamamlandıktan (Fatiha ve ardından bir sure ya da birkaç ayet okunduktan) sonra eller kulaklara kadar kaldırılarak tekbir alınır ve kunut duaları okunur. Vacib olan bu namaz yatsı namazı kılındıktan sonra sabah namazının vakti girinceye kadar her hangi bir zamanda kılınabilir. Uyanabilecek olan kimsenin vitir namazını gecenin sonunda, yani imsak vaktinden bir müddet önce kılması daha faziletlidir (Müslim, Müsafirîn 162; Tirmizî, Salât, 334). Ancak uyanamayacağı endişesinde bulunan kimse yatsıdan hemen sonra da kılabilir.
Vaktinde kılınamayana vitir namazının daha sonra kaza edilmesi vaciptir (İbnü’l-Hümâm, Fethu’l-Kadîr, I, 300-303).
Diğer mezheplere göre vitir namazı kılmak sünnettir (İbn Kudâme, el-Muğnî, II, 160-161).
Kaç vakit namaz vardır?
İslâm’ın beş temel esasından biri olan namaz, günün belli zaman dilimleri içerisinde yerine getirilmesi gereken bir farzdır. Vakit, namazın şartlarından birisidir ve edasının farz olmasının sebebidir. Kur’an’da, “Şüphesiz namaz, mü’minlere belli vakitlerde eda edilmek üzere farz kılındı” (Nisa 4/104) buyurulmaktadır. Belirli şartları taşıyan Müslümanlara günde beş vakit namazın farziyeti Kitap, sünnet ve icma ile sabittir. Beş vakit namazın eda edileceği vakitlere ve ne şekilde eda edileceğine Kur’an-ı Kerim’in bir kısım ayetlerinde mücmel olarak işaret olunmuş, bu işaretler Hz. Peygamber (s.a.s.)’in sözlü ve fiili sünnetiyle açıklık kazanmıştır. Bilindiği üzere Kur’an-ı Kerim’deki mücmel emir ve hükümleri açıklama yetkisi, onu insanlara tebliğle görevli olan Hz. Peygamber (s.a.s.)’e aittir. O, namazı bizzat kılarak ve Müslümanlara imam olup kıldırarak nasıl kılınacağını öğrettiği gibi bunların vakitlerini de göstermiştir. Gerek kılınış şekli, gerek vakitleri ile ilgili bu uygulama amelî tevatür olarak günümüze kadar devam etmiştir.
Cebrâil, Hz. Peygamber’e gelerek namazı bir defa ilk vakitlerinde, bir defa da son vakitlerinde kıldırarak namazın vakitlerini göstermiş, Hz. Peygamber (s.a.s.) de bunları ashabına bildirimiştir (Buhârî, Mevakit, 1, Tirmizî, Salât, 1). Asr-ı saadetten günümüze kadar da, Hz. Peygamber (s.a.s.)’in gösterdiği gibi beş vakit olarak kılınmıştır. Diğer taraftan, namazla ilgili Kur’an ayetleri bir bütün olarak ele alındığında, namazın beş vakit olduğu açıkça anlaşılır (Bakara 2/238; İsrâ 17/78; Rûm 30/17-18).
Farz namazlarla birlikte kılınan sünnet namazların dayanağı nedir? Kılmak gerekli midir?
Hz. Peygamber (s.a.s.), bizzat kendisi farz namazlarla birlikte, onlara bitişik olan sünnet namazları da kılmış ve ümmetine de kılmalarını tavsiye etmiştir.
Bir hadislerinde: “Her gün sabah namazından önce iki, öğleden önce dört, sonra iki, akşamdan sonra iki ve yatsıdan sonra iki olmak üzere 12 rekât nafile namaz kılmaya devam eden kişiye, yüce Allah cennette bir köşk inşa eder.” (Müslim, Salâtü’l-Müsâfirîn, 101) buyurmuştur. İkindi namazı ile ilgili olarak da “İkindiden önce dört rekât namaz kılana Allah merhamet etsin” (Ebû Dâvûd, Tatavvu 8) demiştir.
Bir başka hadislerinde de: “Kıyamet gününde kulun ilk hesaba çekileceği şey farz namazdır. Eğer bu namazı tam olarak yerine getirmişse ne güzel. Aksi halde şöyle denilir: Bakın bakalım, bunun nafile namazı var mıdır? Eğer nafile namazları varsa, farzların eksiği bu nafilelerle tamamlanır. Sonra diğer farzlar için de aynı şeyler yapılır.” (Ebû Dâvûd, Salât, 145; Tirmizî, Salât, 188) buyurmuştur.
Dar veya içini gösteren elbiselerle namaz kılınabilir mi?
Kadınların el, yüz ve ayakları dışında kalan bütün bedenleri, erkeklerin de göbekten diz kapağının altına kadar olan kısım avrettir. Buraların, namazda ve namaz dışında yabancılara karşı örtülmesi ve giyilen elbisenin vücut hatlarını belli edecek şekilde dar, tenini gösterecek şekilde ince olmaması gerekir (Kâsânî, Bedaiu’s-Sanâi’, IV, 297).
Hz. Peygamber (s.a.s.): “Giyinik olduğu halde çıplak vaziyette olanların” ahirette cezalandırılacaklarını bildirmiştir (Müslim, Libâs, 37; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II/355, 356, 440). Giyinik çıplak olmaktan maksat, giyilen elbisenin vücut hatlarını belli edecek ölçüde dar veya içini gösterecek biçimde şeffaf olmasıdır.
Buna göre, altını gösterecek şeffaflıktaki elbise ile kılınan namaz sahih değildir. Dar elbise ile kılınanı ise geçerli olmakla birlikte uygun değildir. (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, I, 274-275).
Vitir namazının delili nedir? Mezhepler arasında vitir namazı hakkında neden farklılıklar vardır?
Vitir namazının dayanağı Hz. Peygamber (s.a.s.)’in sözleri ve uygulamalarıdır. Hz. Peygamber (s.a.s.): “Vitir her müslüman üzerine bir vazifedir.” (Ebû Dâvud, Salât, 338; Nesâî, Salâtu’l-Leyl, 40) buyurmuş, günün kılınan son namazının tek (vitr) olmasını tavsiye ve teşvik etmiştir (Müslim, Salâtü’l-müsâfirîn, 53). Vitrin kılınma vaktine ilişkin olarak da sabah namazının sünnetinden biraz önceki vakti, yani sabah namazı vaktinin girmesine yakın bir vakti önermiştir (Tirmizî, Vitr, 12; Ebû Dâvûd, Vitr, 8). Bununla birlikte gece uyanamayacağından endişe edenlerin yatmadan önce kılabileceklerini belirtmiştir (Müslim, Salâtü’l-müsâfirîn, 21).
Vitir namazının Hz. Peygamber (s.a.s.)’in sünnetiyle sabit olduğu konusunda fıkhî mezhepler arasında ihtilaf olmamasına rağmen; hükmü, rekât sayısı, kılınma şekli ve kunut dualarıyla ilgili bazı farklılar vardır. Bu farklılıkların temel nedeni her mezhebin esas aldığı rivayetlerin farklı oluşudur. Hanefî mezhebine göre vitir namazı, kesin ve bağlayıcı bir şekilde ama “zannî” delille emredildiği için “vacip” kabul edilmiştir (Kâsânî, Bedaiu’s-Sanâi’, II, 220; İbn Nüceym, el-Bahru’r-râik, II, 40). Diğer mezheplere göre ise vitir, “sünnet” namazlardandır (İbn Kudâme, el-Muğnî, I, 402).
Kıraatin bazı namazlarda açık bazılarında gizli okunmasının sebebi nedir?
İbadetler tevkîfîdir. Yani gerek farz oluş gerekçeleri gerekse uygulamalarının akılla bilinmesi mümkün değildir. Allah emrettiği için ifa ve Hz. Peygamber (s.a.s.) nasıl yaptıysa öyle eda edilir. Namaz da böyledir. Hz. Peygamber (s.a.s.); “Beni namazı nasıl kılarken gördüyseniz siz de öyle kılınız.” (Buhârî, Ezan 18) buyurmuştur.
Rasûlüllah (s.a.s.) bir gün namaz kıldırırken açıktan okumuş, müşrikler bunu işittiklerinde Rasûlüllah’a (s.a.s.) eziyet ederek Kur’an’a, onu indirene ve getirene sövmeye başlamışlardı. Bunun üzerine “De ki:” (Rabbinizi) ister Allah diye çağırın, ister Rahman diye çağırın. Hangisiyle çağırırsanız çağırın, nihayet en güzel isimler O’nundur. Namazında sesini pek yükseltme, çok da kısma. İkisi ortası bir yol tut.” (İsra, 17/110) anlamındaki ayet indi (Buhârî, Tevhîd, 44; Beyhakî, es-Sünenü’l-Kübrâ, II, 184).
Çoğu âlimler, bu âyetin, farz olan namazlardaki kırâetle ilgili olduğunu; gündüz kılınan farz namazlarda kıraatin gizli, gece kılınan farz namazlarda ise âşikâr/cehrî olduğunu söylemişlerdir (Tahâvî, Ahkâmu’l-Kur’an, I, 239).
Ayette Allah’ın her yerde var olduğu belirtildiğine göre, namaz kılarken neden belli bir istikamete dönülmektedir?
İbadetlerde yapılan hareketlerin sebep ve hikmetleri bilinmeyebilir. Bunlar teabbüdîdir; Allah öyle emrettiği veya Hz. Peygamber öyle yaptığı için yapılır. Bunların nedeni sorulmaz ve insanlar tarafından bilinmez (İbn Âbidîn, Reddu’l-muhtar, I, 447). Buna göre Allah Teâlâ namazda Kâbe istikametine yönelmemizi emretmiş, Hz. Peygamber de oraya yönelmiş ve “Benim namaz kıldığımı gördüğünüz gibi namaz kılınız” buyurmuştur (İbn Hibban, Sahih, Beyrut, 1414/1993, IV, 541).
Namaz kılarken kıbleye yönelmek namazın farzlarındandır. Kur’an-ı Kerim’de “Şüphesiz, âlemlere bereket ve hidayet kaynağı olarak insanlar için kurulan ilk ev (mâbet), Mekke’deki (Kâbe)dir” (Âl-i İmrân 3/96); “(Ey Muhammed! ) Biz senin çok defa yüzünü göğe doğru çevirip durduğunu (vahiy beklediğini) görüyoruz. (Merak etme) elbette seni, hoşnut olacağın kıbleye çevireceğiz. (Bundan böyle), yüzünü Mescid-i Haram yönüne çevir. (Ey Müslümanlar! ) Siz de nerede olursanız olun, (namazda) hep o yöne dönün. Şüphesiz kendilerine kitap verilenler, bunun Rablerinden (gelen) bir gerçek olduğunu elbette bilirler. Allah onların yaptıklarından habersiz değildir” (Bakara, 2/144) buyrulmaktadır.
Uzakta olan kişi Kâbe’nin bizzat kendisine değil, onun bulunduğu tarafa yönelir, yüzünü ve yönünü o tarafa çevirir (Mevsılî, el-İhtiyar, İstanbul, ts. , I, 47). Namazın amacı, kalbin mâsivâdan (Allah’tan başka her şeyden) ayrılıp yalnızca Allah’a yönelmesidir. Elbette ki Allah herhangi bir yönle kayıtlı ve sınırlı değildir. Fakat kalbin huzur ve sükûnetini sağlamak bakımından, namazda herkesin yöneleceği bir yönün tayin edilmesi, belirlenmesi gerekir. Yukarıda meali verilen ayetle Peygamberimiz (s.a.s.)’in fiili uygulaması ve emirleri doğrultusunda kıbleye yöneliyoruz. Bu emre aykırı davrananların namazı geçerli olmaz.
Namazda takke takmanın hükmü nedir?
Hz. Peygamber (s.a.s.) ve ashab-ı kiram, İslâm öncesinde olduğu gibi İslâm’dan sonra da günlük hayatlarında yöresel örf ve iklim şartları gereği başlarını örtmüşlerdir (Kenzü’l-ummâl, 7/121). Peygamberimiz (s.a.s.) günlük kıyafeti ile namazlarını kılmış, ibadet için ilave bazı özel giysiler giymemiştir. Takke üzerine sarık sardığı gibi, sarıksız takke ve takkesiz sarık kullandığı da olmuştur (Tirmizî, Libâs 12, 42; İbnü’l-Kayyım, Zâdü’l-meâd, I, 135).
Bazı âlimler Peygamberimiz’in (s.a.s.) bu uygulamalarını göz önüne alarak namazda erkeklerin başını örtmesini sünnet kabul etmişler, baş açık namaz kılmanın sünneti terk etmek olduğundan tenzîhen mekruh hükmünü alacağını söylemişlerdir (Merâkı’l-felâh, s. 197). Diğer bazıları ise bunu örf gereği kabul ettiklerinden başı açık namaz kılmakta bir sakınca olmadığını belirtmişlerdir.
İkindi namazının sünneti ile yatsı namazının ilk sünnetinin birinci oturuşlarında niçin “salli” ve “barik” ve üçüncü rekâtın başında “sübhaneke” duaları okunur?
İbadetler tevkifidir yani Allah nasıl emretmiş, Hz. Peygamber nasıl uygulamış ve öğretmiş ise öylece yerine getirilirler. Hz. Peygamber, “Beni nasıl namaz kılarken gördü iseniz öylece kılın” (Buhârî, Ezan, 18) buyurmuştur. Hz. Peygamber (s.a.s.), ikindi namazının sünneti ile yatsı namazının ilk sünnetini kılarken birinci ve üçüncü rekâtlarında Sübhaneke ve birinci oturuşta da “Salli” ve “Bârik” dualarını okumuştur.
Bununla birlikte fıkhî açıdan konu şöyle açıklanabilir: İkindi ile yatsı namazlarının ilk sünnetleri, sünnet-i gayr-i müekkede olan sünnetlerdendir. Bu tür sünnet namazların her iki rekâtı müstakil bir namaz itibar edildiği için, ilk oturuşlar da son oturuş konumunda olur. Bunun için son oturuşta okunan “Salli” ve “Bârik” duaları bu namazların ilk oturuşunda da okunur. Aynı şekilde ilk oturuştan kalktıktan sonra başlanacak son “iki rekât” da müstakil bir namaz konumunda olduğu için, namaza ilk başladığında tekbirden sonra okunan sübhaneke duası burada da okunur.
Namazda akla düşen harici düşünceler namazın sıhhatine engel olur mu?
Namaz kılarken istenmeyen düşüncelerin akla gelmesi, çoğu insanın karşılaştığı bir durumdur. Elde olmaksızın insanın zihnine doğan bu tür düşünceler namazı bozmaz (Şevkânî, Neylü’l-evtâr, II, 392). Ancak kişinin bu tür düşüncelerden sıyrılmaya çalışmayıp bunlarla meşgul olması, namazın hem çirkinliklerden alıkoyma gücünü ve hem de sevabını azaltacaktır. Dolayısıyla namazda iken akla gelen harici düşüncelerin peşine düşmemek ve Rabbinin huzurunda olduğunu hatırlayarak zihnini toparlamaya çalışmak gerekir.
Namazda harici düşünceler ile ilgili olarak Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Namaz için ezan okunduğu zaman şeytan ezanı işitmemek için geriye dönüp var hızıyla kaçar, ezan bitirildiği zaman gelir. Namaz için kâmet getirilince yine geri dönüp kaçar. Kâmet bitirilince yine gelir, insan ile kalbi arasına sokulur. Filan şeyi hatırla, filan şeyi hatırla diyerek (namaza başlamadan evvel insanın) hiç de aklında olmayan şeyleri hatırlatır durur. Nihayet insan kaç rekât kıldığını bilemez olur. İşte herhangi biriniz kaç rekât; üç rekât mı, yoksa dört rekât mı kıldığını bilmediği zaman, oturur halde iki kere secde etsin” (Buhârî, Salât, 69) buyurmuştur.
İslam âlimleri bu hadisi şeriften hareketle vesvese ve kalbe gelen harici düşüncelerin namazı bozmayacağını ifade etmişlerdir (Şevkânî, Neylü’l-evtâr, II, 392).
Farz namazların üçüncü ve dördüncü rekâtında sadece fatiha okumanın sebebi nedir? Fatiha’ya ilave olarak bir ayet/sure okunsa namaz geçerli olur mu?
Kur’an’da ibadetler ayrıntıları belirtilmeksizin emredilmiştir. Farz, vacip veya nafile bütün ibadetlerin nasıl ve ne şekilde yapılacağı ise, Hz. Peygamber (s.a.s.) tarafından belirlenmiştir. Namazın kaç rekât kılınacağını, nerede ve nasıl kıraat, tesbih, tahmit veya dua okunacağını, rükûnun ve secdenin nasıl ve kaçar defa olacağını Peygamberimiz (s.a.s.) göstermiş ve “Benim kıldığım gibi siz de namazı kılınız” (Buhârî, Ezan, 18) buyurmuştur. Yani ibadetleri, nasıl emredilmişse o şekilde yapmak durumundayız.
Farz namazların son iki rekâtında Fatiha’dan sonra sure okunmamasını da bu çerçevede değerlendirmek gerekir. Bununla birlikte farzların son iki rekâtında Fatiha’dan sonra sure okunursa bu, namaza bir zarar vermez. Hanefi mezhebindeki makbul görüşe göre sehiv secdesi de gerekmez (İbn Nüceym, el-Bahru’r-Râik, Daru’l-Marife, Beyrut, ts. , II, 102Halebî, Haleb-i sağîr, s. 230).
Namazda sütre edinmenin dayanağı nedir?
Namaz kılan bir kimsenin önünden geçmek günahtır. Çünkü bu, huşuya engel olur. Hz. Peygamber (s.a.s.): “Namaz kılan kimsenin önünden geçen bir kişi bunu yaparak ne kadar günah kazandığını bilmiş olsaydı oradan geçmeden kırk yıl beklemek bile kendisi için daha hayırlı görünürdü” (Ebû Dâvûd, Salât, 111) buyurmuştur.
Namaz kılan kimsenin önünden geçme yasağı, kişinin normal olarak secde edebileceği mekânla sınırlıdır. Bu sebeple geniş bir alanda namaz kılan kimsenin, gelip geçenlere uyarmak amacıyla secde edeceği mekânı sınırlamak üzere sütre edinmesi meşru kılınmıştır (Ebû Dâvud, Salât, 112). Sütrenin dışından geçmekte ise bir sakınca yoktur (Serahsî, el-Mebsût, I, 191).
Namazda başı örtmek veya sarık kullanmak gerekir mi? Baş açık namaz kılınabilir mi? Takke ile baş örtülse, sarığın yerine geçer mi?
Hz. Peygamber (s.a.s.) ve Ashab-ı Kiram, İslâm öncesinde olduğu gibi İslâm’dan sonra da günlük hayatlarında, yöresel imkan ve şartlar gereği sarıkla başlarını örtmüşlerdir. Peygamberimiz (s.a.s.) günlük kıyafeti ile namazlarını kılmış, ibadet için özel giysiler edinmemiştir. Mesela takke üzerine sarık sardığı gibi (Tirmizî, Libas, 12, 42), sarıksız takke ve takkesiz sarık kullandığı da olmuştur (Kenzü’l-ummâl, 7/121, Hadis No, 18284-18286).
Bazı İslam bilginleri Peygamberimiz’in (s.a.s.) bu fiili uygulamalarını göz önüne alarak namazda erkeklerin başını örtmesini sünnet kabul etmişler, dolayısıyla baş açık namaz kılmanın mekruh olacağını söylemişlerdir (İbn Âbidîn, Haşiyetü Reddi’l-muhtar, I, 639-641).
Diğer bazıları ise bunu örf gereği kabul ettiklerinden başı açık namaz kılmakta bir sakınca olmadığını belirtmişlerdir. Bunlara göre Hz. Peygamber (s.a.s.) ve Ashab-ı Kiram, İslâm öncesinde olduğu gibi İslâm’dan sonra da sarığı, günlük normal bir giysi olarak kullanmışlardır (Tirmizî, Libas, 12). Hz. Peygamber (s.a.s.)’in yeni müslüman olanlara emir veya tavsiye ettiği özel bir sarık şekli olmamış, bu hususta oluşan örf ne ise öyle devam edilmiştir. Dolayısıyla onlar, Tirmizî’nin rivayet ettiği, “Müşriklerle aramızdaki fark, başlıkların üzerine sarık sarmaktır” (Tirmizî, Libas, 42) hadisi bağlayıcı nitelikte görülmemiştir.
Sonuç olarak, Hz. Peygamber (s.a.s.) o dönemin örf ve adeti gereği sarığı kullanmıştır. Ancak takkenin üzerine sarılmasını önermek suretiyle müşriklerin kullandığından farklı bir tarz geliştirmiş ve Müslümanların bu konuda duyarlı olmalarını istemiştir. Bunu dikkate alan bazı âlimler, namazda başın kapatılmasını sünnet kabul etmişler ve baş açık namaz kılmayı mekruh görmüşlerdir. Bu nedenle namaz kılarken başın takke, sarık vb. bir şeyle örtünmesi evladır. Ancak baş açık bir halde namaz kılmak da caizdir.
Kadınların namaz kılış şekilleri ile erkeklerin namaz kılış şekilleri arasındaki farklılıklar nelerdir?
Erkeklerle kadınların namaz kılış biçimlerinde bazı farklılıklar vardır. Namazlarda kadınların erkeklerden ayrıldığı hususlar şunlardır:
1- Kendi başlarına namaz kılacak erkekler, ezan okurlar, kamet getirirler. Kadınlar ise ezan okumazlar, kamet getirmezler. (İbn Nüceym, el-Bahru’r-Râik, Daru’l-Marife, Beyrut, ts. , I, 276)
2- İftitah (başlangıç) tekbirini alırken elleri kaldırmak sünnettir. Erkekler ellerini, başparmaklar kulak yumuşaklarına değecek şekilde kaldırırlar. Kadınlar ise el parmaklarının uçları omuzları hizasına gelecek kadar kaldırırlar. (Mevsılî, el-İhtiyar, İstanbul, ts. , I, 49; İbn Nüceym, el-Bahru’r-Râik, Daru’l-Marife, Beyrut, ts. , III, 210)
3- Namazda erkekler, ellerini göbeklerinin altında bağlarlar, sağ ellerini sol elleri üzerine koyup sağ elleri ile sol bileklerini kavrarlar. Kadınlar ise ellerini göğüsleri üzerinde bağlarlar, sağ ellerini sol elleri üzerine halka yapmaksızın koyarlar. (Mevsılî, el-İhtiyar, İstanbul, ts. , I, 49; İbn Nüceym, el-Bahru’r-Râik, Daru’l-Marife, Beyrut, ts. , I, 320)
4- Erkekler, rükû durumunda dizlerini dik ve arkalarını düz tutarlar. Kadınlar ise sırtlarını erkekler gibi düz tutmazlar, biraz meyilli bulundururlar. (İbn Nüceym, el-Bahru’r-Râik, Daru’l-Marife, Beyrut, ts. , III, 281)
5- Erkekler, secdede kollarını ve uyluklarını karınlarından uzak tutarlar ve kollarını yere değdirmezler. Kadınlar ise, secdede karınlarını uyluklarına yapıştırıp kollarını yanlarına temas ettirirler. (Serahsî, el-Mebsûd, Beyrut, 1421/2000, I, 40)
6- Tahiyyata oturuşta ve secde aralarında erkekler sol ayaklarını sağa doğru yatırarak üzerlerine otururlar ve sağ ayaklarının parmak uçlarını kıbleye doğru dikerler. Kadınlar ise, ayaklarını sağ taraflarına yatık bulundurarak yere otururlar. (Merğînânî, el-Hidaye, I, 51).
Namazda kavme ve celsenin hükmü nedir, ne kadar beklemek gerekir?
Kavme; namazda rükûdan kalkarken, secdeye gitmeden önce iyice doğrulmak ve en az bir kere “Sübhâne Rabbiye’l-Azim” diyecek kadar ayakta durmak; celse ise, namazda iki secde arası en az bir kere “Sübhâne Rabbiye’l-Azîm” diyecek kadar oturmaktır.
Celse ve kavme, vacip olup yanılarak terk edilirse sehiv secdesi yapmak gerekir. Bilerek terk edilirse namaz bozulur. İmam Şafiî, İmam Malik ve Ahmed b. Hanbel’e göre ise celse ve kavme farzdır (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, I, 312, 321; İbn Kudâme, el-Muğnî, I, 523; Nevevî, Ravda, II, 318).
Ebû Hureyre (r.a.) şöyle anlatmaktadır: “Hz. Peygamber bir gün mescide girdi, peşinden de bir adam gelerek namaz kıldı. Sonra gelip Hz. Peygamber’i selâmladı. O da selamını aldı ve ‘dön ve namazını yeniden kıl’ dedi. Bu durum üç kez tekrar etti, sonuncusunda şöyle buyurdu: ‘Namaz kılacağın zaman tekbir al, sonra Kur’an’dan bildiğin kolay gelen bir yeri oku, sonra rükûya eğil ve uzuvların yerleşip rahatlayıncaya kadar rükûda kal. Daha sonra rükûdan kalk ve iyice doğrul. Sonra secdeye git ve orada uzuvların yerleşip rahatlayıncaya kadar kal. Daha sonra iyice yerleşinceye kadar otur, sonra tekrar secdeye kapan ve orada uzuvların yerleşip rahatlayıncaya kadar bekle. Bütün namazlarında böyle yap” (Buhârî, Ezan, 95).
Namazda hatalı okumak namazı bozar mı?
Namazda yapılan kıraat hatalarının namazı bozup bozmayacağı konusunda fakihler bir takım ölçüler getirmişlerdir. Bunlar şöyle özetlenebilir;
Kur’an kasten manası değişecek derecede yanlış okunursa namaz bozulur.
Hata veya unutarak yanlış okunması halinde ise;
a) Yanlışlık kelimelerin harekelerinde ise, manada bir değişiklik olsa da, olmasa da namaz bozulmaz.
b) Yanlışlık durak yerlerinde yapılırsa; yani durulacak yerde geçilip, geçilecek yerde durulursa, manasında değişiklik olup olmadığına bakılmaksızın namaz bozulmaz.
c) Bir harf yerine başka bir harf okunması şeklindeki meydana gelen yanlışlıkta, mananın değişip değişmediğine bakılır. Buna göre; bir harf değişir de bu değişiklikle kelimenin manası değişmez ve Kur’an’da da o kelimenin benzeri varsa namaz bozulmaz. Şayet harf değişmekle kelimenin manası bozulmaz ve fakat bu kelimenin bir benzeri Kur’an’da yoksa İmam Ebû Hanîfe ve İmam Muhammed’e göre namaz bozulur, İmam Ebû Yûsuf’a göre bozulmaz. Eğer harfin değişmesiyle mana değişir ve Kur’an’da da benzeri yoksa namaz bozulur. Namaz esnasında az veya çok miktarda âyet atlamakla namaz bozulmaz. Namazda önemli bir hata ile okuduktan sonra, dönüp yeniden düzgün bir şekilde okursa namaz caiz olur (Fetâvây-ı Hindiyye, I, 79 vd. ).
Kısa kollu gömlek veya dar pantolonla namaz kılmak caiz midir?
Namaz kılan kimse, manen, Yüce Allah’ın huzuruna çıkmaktadır. Bu sebeple, kılık kıyafeti düzgün olmalıdır. Eskiden kolları sıvamak kibir alameti sayıldığı için, kolu kıvrık namaz kılmak mekruh kabul edilmiştir (Fetâvâ-yı Hindiye, I, 106). Ancak günümüzde böyle bir durum söz konusu değildir. Dolayısıyla bugün erkeklerin, kısa kollu gömlekle ve çorapsız namaz kılmalarında bir sakınca yoktur.
Vücut hatlarını belli eden elbisenin namaz dışında da içinde de giyilmesi doğru değildir. Bununla birlikte bu tür kıyafetle kılınan namazın sahih olmadığı da söylenemez. (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, I, 274-275).
Namaz hangi hallerde bozulabilir?
Namazı, mazeretsiz bozmak haramdır. Ancak bazı durumlarda namazı bozmak vacip, bazı durumlarda mubah, bazen de müstehap olur. İnsan canına yönelik bir tehlike karşısında; mesela saldırıya uğrayan, ateşe, suya düşen bir insanın yardım istemesi halinde ona yardım etmek maksadıyla namazı bozmak vacip olur. Bir malın telef olmasını, çalınmasını önlemek gayesiyle namazı bozmak mubahtır. Tek başına namaz kılan bir kişinin, cemaatle namaz kılmanın faziletini kazanmak için namazı keserek, farza yetişmesi ise müstehaptır (İbn Âbidîn, Haşiyetü Reddi’l-muhtar, II, 52-53).
Namazda sûreleri mushaf’taki sıraya göre okumanın hükmü nedir?
Namazda okunan ayet ve sûrelerin, gerek bir rekât içinde gerekse ikinci rekâtla birlikte düşünüldüğünde, Mushaf’taki sıraya göre yukarıdan aşağı okunması uygundur. İlerideki bir süreyi veya ayeti okuduktan sonra, ardından gerideki bir ayet ve sûreyi okumak mekruhtur. Fakat bu, namazı geçersiz kılacak boyutta değildir. Burada söz konusu olan gereklilik, esasında namazın değil tilavetin bir vacibidir (İbn-i Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, II, 268-269). Tertibe riayetin vacip olduğu görüşü, sûre ve ayetlerin sırasının insanlar tarafından değil de, Hz. Peygamber tarafından (tevkîfen) belirlendiği kabulüne dayanmaktadır. Ancak, sûrelerin içlerindeki ayetlerin tertibinin tevkîfî olduğunda ittifak bulunmakla birlikte, sûreler arasındaki tertibin tevkîfî olduğu konusunda İslam âlimleri arasında ittifak yoktur. Bu sebeple namazda, sûrelerin sıraya göre okunması hakkında farklı görüşler ortaya atılmıştır. Hanefî mezhebinde, hem ayetler hem de sûreler arasında tertibe riayet edip sırayı takip ederek okumak gerekli görülmüştür. Hz. Peygamber (s.a.s.)’in bir gece namazında sıraya riayet etmeden, önce Nisâ süresini sonra Âl-i İmrân süresini okuması gibi olayların ise, henüz tertip gerçekleşmeden önceki bir zamanda meydana geldiği belirtilmektedir (Nevevî, Sahih-i Müslim bi Şerhi’n-Nevevî, VI, 61-62).
Sırayı tersine çevirmeksizin, okuma esnasında ilerideki bir yere geçerken, aradaki tek bir sûre veya ayetin atlanması da mekruh kabul edilmiştir. Fakat bu, bir öncekinden daha hafif derecede bir mekruhtur. Sonraki rek’atte ileriden okunacaksa, uygun olan, en az iki ayet veya iki sûre atlayarak okumaktır. Âlimlerden bazıları, sıraya riayet etmeme şeklindeki değişik hareketlerin sadece farzlarda mekruh olduğunu, nafile namazlarda mekruh olmayacağını söylemişlerdir (İbn-i Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, II, 268-269; Muhammed Hattab es-Sübkî, el-Menhelü’l-Azbül-Mevrûd Şerhu Sünen-i Ebî Dâvud, VII, 260). Aksi görüşte olanlar ise şunu delil getirmektedirler: Hz. Peygamber (s.a.s.), Hz. Bilâl’in (r.a.), nafile bir namaz olan teheccüdü kılarken bir sûreden diğerine atladığını duyduğunda, ona: “sûreyi olduğu gibi oku” buyurmuştur (İbn Ebî Şeybe, Mûsânnef, III, 629).
Sonuç olarak, namazda sure ve ayetlerin tertibine riayet edilmemesi mekruhtur. Fakat bu, namazı bozacak ve tekrar kılmayı gerektirecek boyutta bir yanlışlık değildir.
Namaz kılanın önünden geçilmesi namazı bozar mı?
İster kapalı, ister açık alanda olsun zorunlu olmadıkça namaz kılan birisinin önünden geçilmemelidir. Zira Hz. Peygamber namaz kılanın önünden geçmektense 40 yıl beklemenin daha hayırlı olacağını belirtmiştir (Müslim, Salat, 48, h. no: 1160). Namaz kılanın da, uygun bir yere durmak veya sütre vb. bir şey koymak suretiyle önünden geçilmemesi için önlem alması gerekmektedir. Zira Hz. Peygamber (s.a.s.), önünden insan veya hayvanların geçmesi muhtemel olan bir yerde namaz kılan kişinin önüne sütre (değnek veya başka bir şey) koymasını tavsiye etmektedir (Müslim, Salât, 47, 1149; 48, H. No: 1157). Sütreyi terk etmek ise mekruhtur
Cemaatle kılınan namazlarda, sadece imamın sütre edinmesi yeterlidir; diğerlerinin sütre koyması gerekmez (Buhârî, Salât, 90). Namaz kılanın önündeki sütrenin ardından geçmekte bir sakınca yoktur. Namaz kılanın önünden geçen kimse sorumlu olmakla birlikte önünden geçilen kişinin namazı bozulmaz. Fakat büyük camilerde, namaz kılanın secde mahallinin uzağından geçmek caizdir (Ka’sânî, Bedâiu’s-Sanâî’, Beyrut, 1982, I, 489; II, 349-350; II, 373-374).
Namazda harfleri yerli yerince çıkarmamakla namaz bozulur mu?
Namazda Kur’an’dan bir bölüm okumak farzdır. Bu farzın yerine getirilmiş olması için, Kur’an’ın doğru, usulüne uygun olarak okunması gerekir. Okuyucunun sürçmesi ve yanılmasına zelletü’l-kârî veya lahn denir.
Namazda yapılan kıraat hatalarının namazı bozup bozmayacağı konusunda fakihler bir takım ölçüler getirmişlerdir. Bunlar şöyle özetlenebilir; Kur’an kasten manası değişecek derecede yanlış okunursa namaz bozulur. Hata veya unutarak yanlış okunması halinde ise; (bir harf yerine başka bir harf okunması şeklinde meydana gelen yanlışlıkta), bu kelimenin Kur’an’da bulunup bulunmadığına ve mananın değişip değişmediğine bakılır. Buna göre; bir harf değişir de bu değişiklikle kelimenin manası değişmez ve Kur’an’da da o kelimenin benzeri varsa namaz bozulmaz. Şayet harf değişmekle kelimenin manası bozulmaz, fakat bu kelimenin bir benzeri Kur’an’da yoksa İmam Ebû Hanîfe ve İmam Muhammed’e göre namaz bozulur, İmam Ebû Yusuf’a göre bozulmaz. Eğer harfin değişmesiyle mana değişir ve Kur’an’da da benzeri bulunmazsa namaz bozulur.
Diğer yandan namazdaki kıraatlerde sin ve sad gibi mahreç yakınlığı bulunan harflerde, harflerin tam mahrecinden çıkarılamaması durumunda namaz bozulmaz. Fakat âlimlerin çoğunluğu “Allah’ü ehad” yerine “Allah’ü ehat” demenin namazı bozacağı görüşünde oldukları için, İhlâs sûresini okurken “dâl” harfini, “te” gibi okumamaya dikkat etmek gerekir. Aynı zamanda mahreç yakınlığı olmamakla birlikte bazı harfler yaygın olarak karıştırıldığı için ayırt etme zorluğu bulunan bu çeşit harflerin birbiri yerine geçirilmesi durumunda birçok fakihe göre namaz bozulmaz. Meselâ “dât” yerine “dâl”, “zâl” veya “zı” harfinin okunması böyledir. Çünkü bu durumlarda zaruret ve kaçınılması mümkün olmayan bir durum (umûm-ı belvâ) vardır (Hey’et, el-Fetava’l-Hindiyye, I, 79-80; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtar, I, 631-632).
Namazda gülmenin hükmü nedir?
Namazda gülme üç türlü olabilir:
1-Namazda iken yanındakilerin duyabileceği şekilde sesli olarak gülmek; bununla hem abdest hem de namaz bozulur (Serahsî, el-Mebsût, I, 182).
İbn Üsâme’nin babasından naklettiği bir hadiste şöyle denilmektedir: “Biz Rasûlüllah’ın peşinde namaz kılarken görme özürlü birisi bir çukura düştü. Biz de adamın haline güldük. Bunun üzerine Rasûlüllah yeniden abdest alıp namazı baştan itibaren iade etmemizi emretti.” (Darekutnî, Sünen, I, 295).
Hanefiler dışındaki mezheplerde kahkaha namazı bozsa da abdesti bozmaz. Çünkü namazın dışındayken kahkaha abdesti bozmadığına göre namazdayken de bozmaz (İbn Kudâme, el-Muğnî, I, 211).
2- Namaz kılan kimsenin kendisinin duyabileceği kadar gülmesiyle yalnızca namaz bozulur.
3- Kişinin ne yakınındakinin ne de kendisinin işitmeyeceği şekilde gülümsemesi namazı da abdesti de bozmaz (Mevsılî, el-İhtiyâr, I, 11).
Kaza namazlarında ezan ve kamet gerekir mi?
Ezan ve kamet vaktin değil, namazın sünneti olduğu için kaza namazı kılarken de ezan ve kamet sünnettir. Ezan ve kamet terk edilerek kılınan namaz geçerli olmakla birlikte, uygun değildir.
Aynı ortamda birden fazla kaza namazı kılınacaksa, her bir namaz için ayrı ezan okunup kamet getirilmesi daha faziletli olmakla birlikte, başta bir kere ezan okunup, her bir kaza namazı için ayrı kamet getirilmesi de yeterlidir (İbn-i Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, I, 257, 261, 262).
Ezan ve kamet nedir? Ne zaman ve nasıl meşru kılınmıştır?
Ezan ve kamet, farz namazların sünnetlerindendir. Farz namazlara çağrı için ezan okumanın dayanağı, kitap ve sünnettir. Bu konuda Kur’an-ı Kerîm’de şöyle buyrulmaktadır: “Siz namaza çağırdığınız zaman onu alaya alıp eğlence yerine koyuyorlar.” (Mâide, 5/58) “Ey îman edenler! Cuma günü namaz için çağrı yapıldığı zaman hemen Allah’ın zikrine koşun…” (Cuma, 62/9) Rasûlüllah (s.a.s.) da: “Namaz vakti geldiğinde içinizden biri ezan okusun.” (Buhârî, Ezân 17, 18, 49, Müslim Mesâcid 292) buyurmuştur.
Namaz, Mekke döneminde farz kılınmakla birlikte, ezan hicretten sonra uygulamaya konulmuştur. Medine’ye hicretten sonra Mescid-i Nebevî’nin inşası tamamlanıp düzenli olarak cemaatle namaz kılınmaya başlanınca, Hz. Peygamber vakitlerin girdiğini duyurmak için ne yapılabileceğini arkadaşlarıyla görüşmüş, o esnada Hz. Peygamber’e vahiyle ve içlerinde Hz. Ömer ve Abdullah b. Zeyd’in de bulunduğu bazı sahâbilere rüyalarında bugünkü ezanın şekli öğretilmiştir (Abdurrazzak, el-Mûsânnef, I, 456 No: 1775; Ebû Dâvûd, Merâsîl, No: 20; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, I, 256)
Ezan, Müslümanlığın şiarı (sembolü) olup, müekked bir sünnettir. Ezan aracılığıyla halka hem namaz vaktinin girdiği ilan edilmekte, hem de Allah’ın büyüklüğü, Peygamberimiz (s.a.s.)’inO’nun kulu ve elçisi olup ve namazın kurtuluş yolu olduğu ilan edilmektedir. İmam Muhammed: “Bir belde halkı tümüyle ezanı terk ederlerse onlarla savaşırım” demiştir (Kâsânî, Bedaiu’s-Sanâi’, I, 460).
Kâmet ise, farz namazlardan önce, namazın başladığını bildiren ve ezan lafızlarına benzeyen sözlerdir. Ezandan farklı olarak, “hayye ale’l-felâh” cümlesinden sonra, “kad kâmet’is-salât” cümlesi eklenir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, I, 256; Mehmet Zihni Efendi Ni’met-i İslâm, 170-175).
Namazdan sonra 33’er defa tesbihat yapmanın dayanağı var mıdır?
Namazlardan sonra 33’er kere “SübhanAllah”, “Elhamdülillah”, “Allahu ekber” diyerek Allah’ı anmak, sahih hadislerle tavsiye edilmiştir. Hz. Peygamber bir hadisi şerifinde; “Kim, her namazdan sonra otuz üç defa sübhânAllah, otuz üç defa elhamdülillâh, otuz üç defa da Allahü ekber der, yüze tamamlamak için de ‘lâ ilâhe illAllahü vahdehû lâ şerîke leh, lehü’l-mülkü ve lehü’l-hamdü ve hüve âlâ külli şey’in kadîr’ (Allah’tan başka ilâh yoktur; yalnız Allah vardır. O tektir, ortağı yoktur. Mülk O’nundur, hamd O’na mahsustur. O’nun gücü her şeye yeter) derse, günahları denizköpüğü kadar çok olsa bile affedilir” (Müslim, Mesâcid 146) buyurmuştur. Bir başka hadiste de namazlardan sonra otuz üç kez bu tesbihatı yapanın derecesine kimsenin ulaşamayacağı belirtilmiştir (Ebû Dâvud, Vitir, 24).
Namazların sonunda tesbihat nasıl yapılır? Cemaat halinde tesbihat yapmanın hükmü nedir? Tesbihât yapmadan camiden çıkmak caiz midir?
Namazlardan sonra yapılan tesbihat ve dualar, namaza dâhil olmasa da makbul ibadetler arasında yer aldığından müstehaptır. Zira namazlardan sonra dua ve tesbihât Peygamber Efendimiz (s.a.s.) tarafından tavsiye edilmiş ve bizzat yapılmıştır. Nitekim Rasûlüllah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
“Bir kimse her namazın sonunda Allah’a otuz üç defa sübhanAllah der, otuz üç defa elhamdülillah der, otuz üç defa da ‘Allah’u ekber’ derse bunların toplamı doksan dokuz eder. Yüze tamamlarken de, ‘Allah’dan başka hiç bir ilâh yoktur. Yalnız o vardır. Şeriki de yoktur. Mülk onundur; Hamd da ona mahsustur; O her şey’e kadirdir” derse, günahları denizin köpüğü kadar bile olsa affolunur” (Müslim, Mesacid, 27, H. No: 1380).
Tesbihat konusunda Müslümanlara özel tavsiyelerde bulunan Hz. Peygamber (s.a.s.)’in bizzat kendisi de, namazlardan sonra üç kere Allah’a istiğfar eder ve şöyle dua ederdi; اللَّهُمَّ أَنْتَ السَّلاَمُ وَمِنْكَ السَّلاَمُ تَبَارَكْتَ ذَا الْجَلاَلِ وَالإِكْرَامِ / “Allah’ım, selâm sensin; selâmet de ancak sendendir. Mübareksin. Ey Celâl ve İkram sahibi! “
Velîd, Evzâî’ye bu istiğfar nasıl olacak, diye sorduğunda; ‘Estağfirullah, estâğfirullah’ cevabını almıştır (Müslim, Mesâcid, 27, H. No: 1362).
Öte yandan Hz. Peygamber (s.a.s.) ve ashabı farz namaz kılındıktan sonra bazı tekbir, tesbih ve tahmid gibi zikirleri yüksek sesle okumuşlardır. Nitekim İbn Abbâs (r.a.); insanların Peygamber (s.a.s.)’in zamanında farz namazdan çıkınca yüksek sesle zikrettiklerini haber vermiş, “Ben bu sesi işitir işitmez, insanların namazı bitirdiklerini anlardım” demiştir. İbn Abbas bir başka rivayette de “Ben Peygamber (s.a.s.)’in namazı bitirdiğini tekbir getirilmesinden anlardım” demiştir (Buhârî, Ezan, 155).
Sonuç olarak namazdan sonra tesbihat yapılması müstehaptır. Bu tesbihat, münferit olarak yapılabileceği gibi, cemaat halinde de yapılabilir. Ancak tesbihâtın cemaatle yapılması, öteden beri yaygınlık kazanmıştır. Ancak namaz kılındıktan sonra tesbihât yapmadan camiden çıkmanın caiz olmadığı söylenemez.
Cemaatle namazda kamet yapılırken ne zaman ayağa kalkılır?
Cemaatle kılınan namazda, cemaatin namaz için ayağa ne zaman kalkacağı hususu, âdâp ve müstehaplarla ilgilidir. Müezzin “haydi kurtuluşa” anlamına gelen “hayye ale’l-felâh” cümlesini söylediğinde imam ve cemaat ayağa kalkar (İbn Nüceym, el-Bahru’r-Raik, I, 321), imam namaza başlar, cemaat da ona uyar. Ancak namaza kametin bitiminde başlanması da caizdir (Ali el-Kari, Fethu Babi’l-İnâye, I, 233). Kameti getiren aynı zamanda imamlık da yapacaksa kamet bitince namaza durulur (Heyet, el-Fetâva’l-Hindiyye, I, 57).
Şafiî mezhebine göre ise kamet bittikten sonra namaz için ayağa kalkmak müstehaptır (Nevevî, el-Mecmû’, Dâru’l-Fikr, ts. , III, 253). İmam ayağa kalkmadan yahut henüz gelmeden cemaat namaz için ayağa kalkmamalıdır. Peygamberimiz (s.a.s.): “Namaz için kamet getirildiğinde beni görmeden ayağa kalkmayın” (Buhârî, Ezan, 22) buyurmuştur. Ancak imamdan çok da geri kalmamalı; imam ile birlikte namaz başlayacak şekilde hazır olabileceği kadar bir süre önce yerinden kalkmalıdır (Zuhaylî, el-Fıkhu’l-İslamî ve Edilletühü, I, 560).
Sesli olarak Kur’an-ı Kerim okunan bir yerde namaz kılınabilir mi?
Kur’an okunduğu zaman Müslümanın onu dinlemesi gerekir. Ayet-i kerimede “Kur’an okunduğu zaman ona kulak verip dinleyin ve susun ki size merhamet edilsin.” buyrulmaktadır (A’raf, 7/204).
Kur’an-ı Kerîm okunurken müslümanların konuşmayı bırakıp onu dinlemeleri istenmekle birlikte bunun farz olup olmadığı, farz olması durumunda da bu hükmün mutlak olup olmadığı konusunda farklı görüşler ileri sürülmüştür. Bazı âlimlerin görüşüne göre Kur’an okunduğunda onu dinlemek her zaman farzdır. Bazılarına göre âyet, farziyet değil tavsiye (nedb) anlamı taşımaktadır. Bazı alimlere göre ise ayet, sadece namazda okunan Kur’an’ı dinlemekle ilgilidir; namaz dışında Kur’an okunurken onu dinlemek ise müstehaptır (Ebüssuûd, Tefsir-i Ebüssuûd, Riyad, ts. , II, 459).
Hanefi mezhebinde ise namaz dışında Kur’an okunurken onu dinlemenin hükmü hakkında iki görüş vardır. Birine göre bu dinleme farz-ı ayn, diğerine göre ise farz-ı kifâyedir. Farz-ı kifâye olduğunu söyleyenlere göre, Kur’an okunan yerde onu dinleyen birileri varsa diğerlerinden sorumluluk düşer. Ayrıca bu mezhepteki her iki görüşe göre de, Kur’an okunurken, bir mazeret sebebiyle onu dinleyemeyenler sorumlu olmazlar. Özellikle, çarşı ve işyeri gibi mekânlarda insanlar kendi işleriyle uğraşırken birileri onların yanında Kur’an okuyorsa, dinlemeyenlerin değil, okuyanın günahkâr olacağı ifade edilmiştir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, II, 268, Riyad, 1423/2003).
Buna göre, başkalarının dinlemesine mani olmadan camide sesli olarak Kur’an okunurken bir kenarda namaz kılmakta sakınca yoktur.
Cemaatle namazda kamet yapacak kişinin özellikleri nelerdir? Çocuklar kamet yapabilirler mi?
Kamet getirecek kişinin hadesten temizlenmiş, âkil ve erkek olması gerekir. Buna göre abdestli olmayan veya cünüp olanın, delinin yahut sarhoşun ve kadının kameti mekruh görülmüştür. Kamet getirenin salih bir kimse olması ise müstehaptır (İbn Nüceym, el-Bahrü’r-râik, III, 39; Ali el-Kârî, Feth-u Bâbi’l-İnâye, I, 230).
Kamet getirecek kişinin en az mümeyyiz olması gerekir. Temyiz yaşı ise 7 yaşında başlar, büluğa kadar devam eder. Mümeyyiz (iyiyi kötüden ayırabilir durumda) olmayan küçüğün ezan ve kameti geçerli olmaz (İbn Âbidîn, Reddu’l-muhtâr, III, 209). Mümeyyiz çocukların getirdiği kamet geçerlidir (Serahsî, el-Mebsût, I, 138). Ancak buluğa ermiş bir kimsenin getirmesi efdaldir (Fetâvây-ı Hindiyye, I, 54).
İmama uyan biri fatiha okuyabilir mi?
Hanefi mezhebine göre cemaatle namaz kılarken, imama uyan kimse Fâtiha’yı ve ardından okunan ayet veya sûreyi imam ile birlikte okumaz. İmama uyan cemaatten, namazda Kur’an okuma yükümlülüğü tamamen düşer (Mevsılî, el-İhtiyâr, I, 50). Şâfiî ve Hanbelî mezheplerine göre ise okuma yükümlülüğü tamamen düşmez. İmama uyan kişi, imamın sessiz okuduğu namazlarda, namaz başından itibaren Fâtiha ve sûreyi okur. Sesli okunan namazlarda ise, imamın Fâtiha’yı bitirip kısa ara vermesi esnasında sadece Fâtiha’yı okur. (Hatib Şirbînî, Muğni’l-Muhtâc, I, 160-161).
Hanefiler, “Kur’an okunduğu zaman onu dinleyiniz ve susunuz ki merhamet olunasınız” (A’râf, 7/204) ayetini ve “Kim imamın arkasında namaz kılarsa, imamın kıraati onun da kıraatidir” (İbn Mâce, İkâmetü’s-salât, 13), “İmam, kendisine uyulmak için öne geçirilmiştir” (Buhârî, Salât, 18), “İmam okuyunca susun” (İbn Mâce, İkâmetü’s-salât, 13) gibi hadisleri delil kabul etmektedirler. Şâfiiler ise “Fâtiha’yı okumayanın namazı yoktur” (Müslim, Salât, 34) hadisi ve benzerlerinin genel anlamına itibar etmektedirler.
Cemaatle namaz kılarken imama uyan kimseler nasıl davranır?
Cemaatle namazın geçerli olması için imama uyacak olan kişinin en azından kalbiyle imama uymaya niyet etmelidir. Niyetini dili ile söylemesi ise müstehaptır. Niyetten sonra ara vermeden namaza başlanması gerekir (Fetâvây-ı Hindiyye, I, 67).
İmama uyan kişi (muktedî) rükû, rükûdan doğrulma, secdeye varma ve secdeden kalkma gibi fiillerinde imama iştirak eder; bu fiilleri imamdan önce yapmaz, kıraat (Fatiha ve zammı süre) dışındaki iftitah ve intikal tekbirleri, rükû ve secde tesbihleri, son oturuşlardaki salatü selamları, Sübhaneke ve Tahiyyat dualarını tek başına kıldığı namazlarda okuduğu gibi okur (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, I, 316).
Cemaatle namaz kılan bir kimsenin abdesti bozulursa ne yapmalıdır?
Namaz kılan kimsenin abdesti bozulursa, dilerse abdest alıp yeniden namazını kılar ki faziletli olan da budur. Dilerse, arada namazı bozacak bir şey yapmaksızın abdest alır ve imam ile bıraktığı yerden namazına devam eder. Şayet imam namazı bitirmiş ise kalan rekâtlarda imama uymuş kimse gibi bir şey okumadan, yaklaşık olarak imamın bekleyeceği kadar bekler, sadece rükû ve secdedeki tesbihleri, oturuştaki dua ve salâvatları okuyarak namazını tamamlar (Merğînânî, el-Hidâye, I, 59, İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtar, I, 606).
Kalabalık bir camide cemaatle namaz kılarken abdesti bozulan ön saftaki bir kişi -bütün müctehitlere göre de abdesti bozulmuşsa- ve kalabalıktan dolayı abdest almak için en yakın abdest yerine gitmeye imkân bulamazsa, oturur ve namazın bitmesini bekler. Sonra abdest alır ve namazını tek başına kılar.
Büyük günah işleyen kişi bir cemaate imamlık yapabilir mi?
Hz. Peygamber (s.a.s.) “Muttaki olsun, günahkâr olsun her imamın arkasında namaz kılabilirsiniz.” (Darekutnî, Iydeyn, 7; Beyhakî, es-Sünenü’l-Kübrâ, Cenâiz, 88) buyurmuştur. Hadiste bir ilke ortaya konulmaktadır, o da; mümin olan ve namaz kıldırabilecek asgari bilgiye sahip olan (müslüman) kimsenin namaz kıldırabileceğidir (Serahsî, Şerhu Siyeri’l-kebîr, I, 156; İbn Nüceym, el-Bahru’r-râik, I, 370). Ancak ideal olan namaz kıldıran kişinin dini bütün ve ahlaklı olmasıdır. Bu sebeple Hanefi, Şafii ve Maliki mezhepleri fasık yani açıkça büyük günah işleyen veya küçük günahta ısrar eden kişinin imametini mekruh görmüşlerdir (İbn Hümâm, Fethu’l-Kadîr, I, 360; Cezîrî, Kitabu’l-Fıkhi ala Mezâhibi’l-erbaa, I, 678; Huraşî, Şerhu Muhtasarı Halîl, II, 23).
Hanbeli mezhebine göre; fasık olan kimsenin fasık olmayan kimselere imamlık etmesi, namaz kıldıracak başka kimsenin bulunmaması halinde, cemaatle kılınan cuma ve bayram namazları için zarureten caizdir; diğer hallerde caiz olmaz (İbn Kudâme, el-Kâfî, I, 293).
Cemaatle namaz kılarken birinci saftan sonra ikinci saf oluşturulurken nereden başlanmalıdır?
Cemaatle kılınan namazlarda safların tertip ve düzenine riayet edilmesi, Hz. Peygamber (s.a.s.)’in emir ve tavsiyelerinin gereğidir (Buhârî, Daavat, 10). Cemaatle namaz kılınırken cemaat bir kişi ise; Hanefi mezhebindeki sahih kabul edilen görüşe göre, imamın sağında durur. Ancak imamdan önde olmaması gerekir. Cemaatin parmak uçlarının imamın ökçesine gelecek şekilde durması gerektiği görüşünde olanlar da vardır. Arkasına veya soluna dursa namaz yine caizdir ama sünnete aykırı hareket etmiş olur (Merğînanî, el-Hidâye I, 56). Eğer cemaat, bir kişiden çok olursa imamın arkasında saf tutarlar. Birincisi imamın tam arkasına, ikincisi onun sağ tarafına, üçüncüsü birincinin soluna gelecek şekilde saf tutarlar. Ondan sonra gelenler sağa, sonra sola dururlar. Bu şekilde sağlı sollu saf tutma düzeni devam eder. İmam daima ortada bulunacak şekilde saf tutulur. Bu, cemaatle namaz kılmanın adabındandır (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtar, I, 381; Tahtâvî, Hâşiyetu’t-Tahtâvî alâ Merâkı’l-felâh, s. 168).
Kadının namazlarını evinde kılması mı, cemaatle camide kılması mı daha sevaptır?
Hz. Peygamber (s.a.s.), kadınların mescide gelebileceklerini, ancak evdeki ibadetlerinin daha üstün olduğunu çeşitli vesilelerle dile getirmiş ve şöyle buyurmuştur: “Kadınların mescidlere gitmesine engel olmayın. Fakat evleri onlar için daha hayırlıdır” (Müslim, Salât 134-137).
Hz. Peygamber, mescide gitmelerine izin verdiği, hatta teşvik ettiği (Buharî, Îdeyn 15-21; Müslim, Salâtü’l-’îdeyn, 1-3, 10-12). kadınların, dikkat çekecek şekilde giyinmelerini (Müslim, Libas, 34) ve koku sürünmelerini yasaklamış ve şöyle buyurmuştur: “Kadınlar cemaate katılmak istedikleri zaman, koku sürünmesinler” (Müslim, Salât 141-142).
Kadınlar için farz namazları evlerinde kılmaları daha faziletli ise de, camide cemaatle kılmalarında da bir sakınca yoktur. Ancak güvenlik sorunu varsa veya fitne söz konusu ise ihtiyatlı olunmalıdır. Nitekim geçmiş kaynaklarda konu tartışılırken bu merkezde ele alınmıştır (Bkz. Zeyla’î, Tebyînü’l-Hakâik, Kahire, 1313, I, 139, 168; İbn Nüceym, el-Bahru’r-râik, Dâru’l-Marife, Beyrut, ts. , I, 380).
Cemaatle namaz kılarken ön safta meydana gelen boşluğu doldurmak için öndeki safa yürümek caiz midir?
Namazla ilgisi olmayan hareketler, ameli kesir (üç adım atmak gibi) olarak nitelenecek bir düzeye ulaştığında namazı bozar. Ancak cemaatle namaz kılarken ön saftaki boşluğu doldurmak için ileri yürümek namazı bozmadığı gibi müstahaptır (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtar, I, 383; Tahtâvî, Hâşiyetu’t-Tahtâvî alâ Merâkı’l-felâh, s. 168).
Cemaatle namaz kılmanın sevabı nedir?
Hz. Peygamber, “Cemaatle kılınan namazın sevabı, yalnız başına kılınan namazdan yirmi yedi derece daha faziletlidir” (Buhârî, Ezan, 30) buyurarak cemaatle kılınan namazın, tek başına kılınan namazdan daha faziletli olduğunu belirtmiş ve Müslümanları cemaatle namaz kılmaya teşvik etmiştir. Bir başka hadis-i şeriflerinde de: “Üç kişi bir köyde veya sahrada bulunur ve cemaatle namaz kılınmazsa şeytan onlara Mûsâllat olur. Öyleyse cemaate devam ediniz! Çünkü sürüden ayrılan koyunu kurt yer.” (Ebû Dâvûd, Salât, 47) buyurmuştur.
Namazı cemaatle kılmak kimi âlimlere göre sünnet-i müekkede, kimilerine göre vaciptir. Onun için cemaate gitmeye engel bir durum olmadıkça, namazları cemaatle kılmak gerekir. Ayrıca namaz kılmak için camiye gitmek de büyük sevaptır. Hz. Peygamber camiye giderken atılan her adımdan dolay kişinin bir derece yükseltilip, bir günahının silineceğini haber vermiştir (Buhârî, Mesâcid, 53; Ebû Dâvud, Salât, 49).
Farz, vacip ve nafile namazların hangileri cemaatle, hangileri münferiden (tek başına) kılınmalıdır?
Cuma namazını kılmakla yükümlü olan erkeklerin, camide cemaatle namaz kılmaları farz; beş vakit namazın farzlarını cemaatle camide kılmaları ise müekked/kuvvetli sünnettir. Ramazan ve Kurban Bayram namazları da vacip namazlardan olup cemaatle kılınır (Mevsılî, el-İhtiyar, İstanbul, ts. , I, 57, 83, 85) Sünnet namazlardan Terâvih namazı cemaatle kılınabilir. Terâvih cemaatle kılındığında vitir namazı da cemaatle kılınır Ramazan ayının dışında vitir namazını cemaatle kılmak mekruhtur (Mevsılî, el-İhtiyar, İstanbul, ts. , I, 69).
Nafile namazlardan küsuf (güneş tutulması) ve İmameyn’e göre istiska (yağmur duası) namazları da cemaatle kılınır (Mevsılî, el-İhtiyar, İstanbul, ts. , I, 71-72). Bunların dışındaki tüm sünnet ve nafile namazları herkesin tek başına kılması doğru olacağından, bu namazların cemaatle kılınması mekruh görülmüştür (Serahsî, Mebsût, Beyrut, 1421/2000, II, 256).
Nafile namazlardan olan tesbih namazının (Ebû Dâvûd, Tatavvu, 14) cemaatle kılınınabileceğine dair kaynaklarımızda bir bilgi bulunmadığından bu namazı tek başına kılmak daha uygun olur.
Müdrik, mesbûk, lâhik ne demektir? Bunlar namazlarını nasıl kılarlar?
Müdrik sözlükte “idrak etmiş, yetişmiş, kavuşmuş” gibi anlamlara gelir. Dini terim olarak, imama en geç birinci rekâtın rükûunda yetişip namazını imamla birlikte kılan kişiye denilir.
Lâhik, namaza imamla başlayıp, namaz esnasında abdestinin bozulması gibi başına gelen bir durum sebebiyle namaza ara vermek zorunda kalan ve bu sebeple namazın bir kısmını imam ile birlikte kılamayan kimse demektir. Bu durumda olan kişi usulünü bilirse abdest alıp geldikten sonra namazına devam eder. Usulünü bilmezse namazı baştan tekrar kılar.
Mesbûk, cemaatle kılınan namaza baştan yetişemeyip ilk rekâtın rükûundan sonra imama uyan kimse demektir. İmam ile birlikte “sübhanAllah” diyecek kadar rükûda bulunmayan kimse o rekâtı kaçırmış sayılır. Mesbûk, imam selam verince, sehiv secdesi yapmazsa, beklemeden ayağa kalkar ve cemaatle kılamadığı rekâtları tek başına tamamlar. Mesbûk, imamla birlikte kılamadığı rekâtları kılarken, tek başına namaz kılan kimse gibidir. Tek başına namaz kılarken Fâtihadan sonra sure veya ayet okuduğu rekâtlarda okur, okumadıklarında okumaz (Fetâvây-ı Hindiyye, I, 120; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, I, 594-599).
Cemaatle namaz kılmak niçin çokça tavsiye edilmiştir?
İslâm dini birlik ve beraberliğe büyük önem vermiştir. Günde beş vakit namazın bir arada eda edilmesi (Bakara, 2/43), haftada bir cuma namazının ve senede iki kez olan bayram namazlarının topluca kılınması, müminlerin birbirlerinden haberdar olmalarına, görüşüp halleşmelerine, birbirleriyle yardımlaşmalarına vesile olmak gibi bir işlev üstlenmektedir. Bu bakımdan cemaatle namaz, istenen birlik ruhunun hem bir göstergesi, hem de o birlik ruhunun sağlamlaştırıcı ve devam ettirici bir rol üstlenmektedir.
Hz. Peygamber, farz kılınışından itibaren beş vakit namazı sürekli kendisi cemaate imam olarak kıldırmış, Müslümanları da namazları cemaatle kılmaya teşvik etmiştir (Ebû Dâvûd, Salât, 49).
Cemaatin önemini gösteren çok sayıda hadis bulunmaktadır. Bunlardan birinde Hz. Peygamber: “Üç kişi bir köyde veya kırda bulunur ve namazlarını cemaatle kılmazlarsa, şeytan onlara hâkim olur. Öyleyse cemaatten ayrılma. Çünkü kurt ancak sürüden ayrılan koyunu yer” buyurmaktadır (Ebû Dâvûd, Salât, 47). Bir diğer hadiste ise “Canım kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, ateş yakılması için odun toplanmasını emretmeyi, sonra da namaz için ezan okunmasını, daha sonra da bir kimseye emredip imam olmasını, sonra da cemaatle namaza gelmeyenlere gidip evlerini yakmayı düşündüm” (Buhârî, Ezân, 29, 34; Müslim, Mesâcid, 251-254) diyerek cemaati terk edenlere ciddi bir uyarıda bulunmuştur. Ayrıca özendirmek için cemaatle kılınan namazın sevabının, tek başına kılınandan 27 derece daha fazla olduğunu belirtmiştir (Buhârî, Ezan, 30; Müslim, Mesâcid, 249).
Cemaatle namaz kılmanın önemini belirten bu ve benzeri hadislerden ve ilgili âyetlerden hareketle Hanbelîler namazın cemaatle kılınmasının, erkekler için farz-ı ayın, Şâfiîler ise farz-ı kifâye olduğunu söylemişlerdir. Hanefî ve Mâlikîler’e göre ise, cuma namazı dışındaki farz namazları cemaatle kılmak, gücü yeten erkekler için müekked sünnettir (Merğînanî, el-Hidâye, I, 55; Kâsânî, Bedâiu’s-Sanâî’, I, 384, el-Cezîrî, Kitabu’l-fıkh ale’l-mezahibi’l-erbaa, I, 230).
Facebook Yorumları